O gazeteci kimliğinin yanında araştırmacı yönüyle Benli Belkıs, Emine Adalet gibi isimleri edebiyat sayfalarına taşıyan bir isim. Şaziye Karlıklı sizler için, Ayvalık’ta sürdürdüğü yaşantısında Covid-19 günlerinin nasıl geçtiğine dair bir makale kaleme aldı…
Mart ayının ortasında, kalkıp da Yanık Ülke’ye gitmek fikri benim değildi. Biliyordum ki, bugün, yarın gelecek, evde karşılayalım istiyordum. Kocam ısrarlıydı, henüz haritalar etrafımızdaki ülkeleri kıpkırmızıydı, Türkiye ise bembeyazdı. Maskesiz, eldivensiz ama bol dezenfektanlı yolculuğumuz başladı. Kazasız belasız Yanık Ülke’deyiz. Kısmetimizde Yeni Korona Virüsü Kula’ya girmeden solda uzanan bağların tepesindeki otelde karşılamak varmış.
Sezon dışı olduğundan otelin o gece tek müşterisiyiz. Çalışanlar da erkenden gitmişler, nöbetçi çalışan bir şişe şarap ve peynir tabağını odamıza getiriyor. Hava epey serin olduğundan sıkıca giyinip gün batımında, odanın terasına taşıyoruz şarabımızı. Bu kadim toprakların sessizliği içinde sanki yaşayan biz ikimimiz. Kocam, yanardağlar hakkındaki bütün belgeselleri seyretmiş olduğundan, buralarda milattan önce Divlit yanardağının lavlarını nasıl püskürttüğünü filan anlatıyor. Zaten adı da bu yüzden Yanık Ülker buranın. Ben her zamanki sinir bozucu sorularımla bozuyorum, akademik açıklamaları. “Kaç insan ölmüştür”, “Acaba gece mi patlamıştır”, “Yine patlar mı”, “Patlarsa nasıl kaçarız”
Virüsü unuttum bile.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Sağlık Bakanı açıklıyor, artık Türkiye’de kırmızı. “Yandık” yani, Yanık Ülke’de. İçimiz ürperiyor.
Ertesi gün, izole olmak için dönelim mi dönmeyelim mi diye düşünürken Ayvalık’ta bundan daha izole olamayız herhalde deyip, Kula Volkanik Jeoparkına sürüyoruz arabayı.
Hiçlik bu kadar güzel olabilir mi? Bazalt akıntıları bunlar ama ben “yanmış taşlar” diyorum. Ölü bir diyarda yürüyoruz, ama sanki etrafımız yeşilliklerle çevrilimiş gibi bir huzur var içimizde.
Çok eminim virüs buralara kadar gelemez, çünkü hiç insan yok ama biz insanız ve virüse gitmemiz lazım!
Velhasıl dönüş yolundayız, yorulduk, Foça’da konaklayacağız.
Birbirimize söylemesek de korkuyoruz. Daha öncelerde de konakladığımız otele yerleşiyoruz. Bir cesaret, deniz kenarındaki bir lokantaya yürüyüp rakı, balık söylüyoruz. Ortalık tehna. Şarap gibi değil rakı, kalabalık seviyor.
Sıkıntılı bir uykudan sonra kahvaltı salonunda, Foça’nın meydanını seyrederken, bir genç adam telaşla geliyor. Anlıyoruz ki, otelin sahibi. Valilikten, kahvehanelerin barların, çay bahçelerin kapatılma kararının ulaştığını söylüyor personeline, onlar da kapatacaklar. Genç kadın çalışan çöküyor en yakın sandalyeye. Kim bilir bu işle ilgili ne umutları vardı, diye düşünüyorum. Kalabalık bir sezon vardı önünde, bütün bir yıl harcayacağı parayı kazanacağı ayları kaybedecekti. Fakat otelin sahibi iyi birine benziyordu, belki maaşları ödemeye devam eder.
Tek müşterisi olduğumuz otelle başladığımız seyahatimiz son müşterisi olduğumuz otelde sonlanıyor. Garson kadın, kocam, ben ve otel sahibi Korona üstüne sohbet ettiğimizde nasıl da yakınlaşıyoruz, içimden sarılmak geliyor onlara ama yapamayız.
Ayvalık’a ulaştığımızda ilk işimiz markete gitmek. Evde ne var ne yok, hatırlayamıyorum bir türlü. Neyse ki kocam var, o biliyor ne alınacağını. Ben makarna reyonundan üç paket alıyorum. Aslında içimden 20 tane filan almak geçiyor ama televizyondaki yağma görüntüleri aklıma geliyor utanıyorum. Hala utanabilmek iyi tabii ki. Ama daha dur, Şaziye bu daha başlangıç.
Anne ve babama hızlıca bir ziyaret. Henüz fiziksel mesafeyi beceremiyoruz ama en azından sarılıp öpüşmüyoruz.
Evde izolasyon günlerimiz başlıyor. Aman iyi ki de Ayvalık’a taşınmışız. Denizi görüyoruz, arkamız orman, bahçe gani. Aç değil, açık değiliz minvalinde muhabbetlerin feci sıkıcılığı içinde geçiyor birkaç gün. Sonra bir şey oluyor. Televizyona çıkan uzmanların açıkladığı risk tanımına, en uygun adaylardan biri olduğum ortaya çıkıyor. Kulağımda eko yapıyor sesler, tansiyon hastaları, bağ dokusu hastaları… Susun ya susun. Korkutuyorsunuz beni.
Bir de üstüne 10 yıldır kullandığım ilaç için Koronadan koruyor diye bir söylenti yayılınca eczanelerden toplatılıyor. İşte utanmayı bir kenara bırakıp deliye döndüğüm an da bu oluyor. İçimde ne var ne yok, döküyorum sosyal medya ortamında. Kibarlık da buraya kadarmış.
Öyle gerginim ki, etrafıma nasıl korku ve öfke saçtığımın farkında bile değilim. Evden hiç çıkmasam da haftada üç gün annemi diyalizden almam gerekiyor. Bu gidiş gelişlerde öylesine sert tedbirler alıyorum ki, canım annemi de korkutuyorum. Ki, ben ona hiç kıyamam.
Çok da yorgunum. Sürekli yıkayıp paklanmaktan bitap düşmüş haldeyim. Kendimi yorgunluktan televizyonun karşısına atmışken, telefonum çalıyor. Kurye arıyor, kapıdaymış. Güvenli mesafeden paket bırakıyor. Oysa sipariş vermemiştim. Paketin üzerindeki gönderi notuna uzaktan baksam da okuyamıyorum, kahretsin ben miyobum. Kocam Malatya’dan A. Göndermiş diyor.
Eldivenleri geçirip elime açıyorum paketi. Un, bulgur ve şeker var. Bir de not. “Ablam burada topağından dalına, yaradanın nasip ettiği ne varsa sizindir”
Tokat atsan daha iyiydi be evlat! Hıçkırarak ağlamaya başlıyorum.
A. ile sosyal medyada tanışmıştık. Birkaç yıl oldu. O sitedeki zalimliğe dayanamadı ayrıldı ama dostluğumuz vatsap üzerinden sürüyor. Çok becerikli, akıllı bir karısı, yakışıklı bir oğlu ve olağanüstü zeki bir kızı var A.’nın. Uzak bir köyde çiftçilik yapıyor karısıyla sırt sırta. Kızları öylesine zeki ki sanırım geleceğin bilim insanlarından olacak. A.’nın ve karısının en önemli özellikleri topraktan gelen bilgeliklerinin yanında şehirde bile zor bulacağınız bir entelektüel düzeyde olmaları. İkisi de kitap kurdu. Ata tohumuyla üretim yapıyorlar, asla zirai ilaç kullanmadıklarından üretimleri organik. Tütünden ilaç üretmeyi biliyorlar. Köylerinde üç hane filan var. O nedenle klasik müziklerinin sesini açabiliyorlar. Arada bana da gönderiyorlar. Mesela ben Tülay German’ı unutalı çok olmuştu, onlar vatsaptan bir şarkısını atınca yeniden hatırladım. Mesela A.’nin karısı F denizi çok severmiş. Ben onlara habire deniz videoları çekip atıyorum onlarda bana bağ bahçe ve en çok kar manzarası gönderiyorlar. Dertlerimizi de anlatıyoruz birbirimize. Çiftçilikle geçinmek çok zor hele de onlar gibi ata geleneklerini sürdürmek istediğinizde neredeyse imkansız. Neyse artık, o kadar özellerine girmeyeyim. Onlar da benim sıkıntılarımı biliyorlar. Bir onlar bir ben işte öyle devam ediyor dostluğumuz. Hiç yüz yüze gelmedik onlarla, bir türlü kısmet olmadı. Öğrenmekte zorlandığımız fiziksel mesafemiz var yıllardır. Ama sosyal mesafemiz olmadı hiç, tanıştığımızdan beri.
Beni o buhranlı halimden onlar kurtardı. Bir de üstüne yine sosyal medyadan tanıştığım D. Hanım benim kaygılarımı sezerek, bana koruyucu kıyafet göndermek istediğini yazmaz mı DM’den, nasıl mutlu oldum.
Velhasıl, beni sosyal yakınlık çekip çıkardı kötücül korkumdan. O günden beridir, kendimden ziyade kimin neye ihtiyacı var meselesiyle ilgiliyim. Yan komşuya bir paket eldiven atmak çok sevindiriyor beni. Ya da hiç tanışmasak da her zaman hayranlıkla izlediğim Hacer Foggo’nun Roman mahallerinde verdiği mücadeleye uzaktan destek olabilmek. Sokak hayvanlarına askıda mama bırakmak.
Daha önceden yapmadığımdan değil hani, ilk günlerde sadece kendimi düşündüğümden yeniden keşfetmiş gibi olduğumdan mutluluğum.
Bu arada, Yanık Ülke’den bir sürü şarapla dönmüştük. Arkadaşlara, eşe dosta hediye etmek için. Şimdi hepsini kendimiz içiyoruz. Paylaşsa mıydık?
O kadar da değil yani 🙂
Yanık Ülke
Şaziye Karlıklı – 12 Nisan 2020