Ana Sayfa Yazar Köşesi İsmail Güzelsoy yazdı: Kendi rüyasına küskün

İsmail Güzelsoy yazdı: Kendi rüyasına küskün

Ekleyen okumakiyigelir

Kitab-ı Mukadder, Ruh Hastası, Sincap, Rukas, İyi Yolculuklar, Çıt Yok, Saf gibi eserleri edebiyatımıza kazandıran İsmail Güzelsoy’un kaleminin tadını bir kez almış olanlar bilir insanın içine ne kadar işleyen bir yazar olduğunu… Rehberlik yaptığı yıllarda çeşitli dergi ve gazetelerde öykü, makale ve röportajları yayımlanan ve yazarlık macerasına bu şekilde başlayan Güzelsoy’un şimdi de okumakiyigelir okurları için bir sürprizi var!

Daha önce hiç yayımlanmamış ve ilk defa okumakiyigelir okuyucularına sunduğu “Kendi rüyasına küskün” adlı öyküsünün tamamını sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Keyifle okumanız dileğiyle…

Kendi Rüyasına Küskün

Ninno ve Sude’nin anısına…

“İnsan hafızası bir cinayet mahallidir. Orada gezinirsen, unutarak katlettiğin, farklı derinliklere gömülmüş bedenlerden yayılan kokular seni boğabilir. Unutmak taammüden cinayettir ve hatırlamadığın sürece katil aramızda gezecektir.”

Ürpererek sayfayı çevirdim. Hafızamda bu cümlelerin karşılığı bütünüyle silinmişti. Yirmi bir yıl önce “akıl fikir defteri”min bir kenarına karaladığım bu karanlık ifadeler neyle ilgili olabilirdi? Merak etmiyormuşum gibi davrandım. Kalkıp dişlerimi fırçalayıp yatağa gittim, gözlerimi kapadım.

Yirmi bir yıl önce, böylesi tüyler ürpertici sözler yazan birine “ben” demek ne tuhaftı. İnsan kaç yıl kendisi olarak kalır? İnsan ne zaman kendisinden kurtulur? Ne zaman sevdiğine dönüşmeyi başarır? Uyumak ve iyileşmek için gücümü toplamalıydım. Gözlerimi kapadım, “başka şeyler” düşünmeyi denedim. Olmadı. Olmayacağını biliyordum zaten. “Başka şeyler” yeniden başkalaşıp o nota geliyordu eninde sonunda. Zihnimi kemiren meraklı sürüngeni ne zaman yenebilmiştim ki? Yerimden kalkıp salona geri geldiğimde hâlâ “başka şeyler”e odaklanmaya çalışıyordum aklımca. Deftere bakmamak için pencerenin önüne geldim; sigara sararken, caddeyi yıkayan belediye aracını izledim bir süre. Sarı ışıldaklı, hırıltılı, hantal hareketlerle ilerleyen bir aracın iki yanında, ellerinde kalın hortumlarla yürüyen adamların bağırtılarını duymayı denedim. Gece bile şehrin uğultusunu örtememişti. Yirmi bir yıl önce, o notu yazdığım sayfayı açtım.

Pek çok şeyi aşama aşama hatırlarız ama bazen zihnimizdeki kara deliklerin biri, yuttuğu her şeyi bir kerede kusuverir. Kendime yenilmiştim. Bu ne garip bir duygu, değil mi? Yenen de sensin, yenilen de. Kendi bileğini bükmüşsündür, kendi şahını son karede kıstırmışsındır, kendini bir kroşeyle devirmişsindir. Yenilen yanın, yenen yanına garez beslerken arkana yaslanıp yaşadığın zaferin tadını çıkaramazsın. Çünkü en insani yanın yenilmiştir. Adına hâlâ “ben” diyebildiğin son şeyi yıkmışsındır. Son kalen düşmüştür. Bir zamanlar yazdığın birkaç cümlenin gelecekteki yaralı benliğe seslenen gizli bir mektup olduğunu anlamışsındır. Bizim gibi insanların yenebileceği tek düşman, müzmin hatıralar olsa gerek.

O deftere yazdığım notun üzerinden geçen yirmi bir yıl her şeyi binlerce fikir ve hayal katmamının altına gömmüştü. Orada çözümünün imkansız olduğunu anladığımız karmaşık bulmacalar yatar. Benim bulmacam da Ninno, Sude ve onları takip eden meraklı, masum bir çocuğun hayaletiydi.

Uykusuz bir geceye daha teslim oldum. Yeni bir hatırlama ayini… Keşke caddeleri yıkayan o iri hortumlu, hantal arabaların yaptığı gibi, zaman da tüm tortuları yıkayıp götürseydi.

Yarım asır önce, yedi yaşındayken Ninno’yu ilk gördüğümde ondan korktuğumu hatırlıyorum. Delilerle çocukların ilişkisi korku üzerine kuruludur. İkisi de birbirinden korkar. Kasabanın iki delisinden biriydi Ninno. Dengesini kurmakta zorlanan bir sarhoş gibi, arada duraklayıp dingildeyerek duvarlara boş boş baktıktan sonra, seyrek kavaklarla çevrelenmiş toprak yol boyunca yürüyüp geçişini hatırladım. Paçaları yeri süpüren uzun, kahverengi pantolonu, üzerinde biriken yağ katmanlarıyla muşambalaşmıştı. Gövdesine oranla gereğinden uzun ayakları onu taşımakta zorlanıyor gibiydi. Henüz yürümeye başlayan bir bebek gibi paytak paytak birkaç adım attıktan sonra duraklayıp kararlı birkaç adım atıyor, yeniden yalpalıyordu. Düz bir çizgide ilerleyebilmek için çaba harcadığı kesindi. Bir yeri mi sızlıyordu, hasta mıydı? Bacaklarından biri kısa mıydı? Kuşkulu ve ürkek bakışlarla beni süzüşü, biraz yürüdükten sonra kerpiç duvarın bir noktasını dikkatle inceleyişi gözlerimin önüne geldi birden. Ne kadar dikkatli ve ölçülü davranıyordu! Bir deli o kadar denetimli olabilir miydi? Duvarlarda bir şey aradığını düşünmüştüm. Merakla onun arkasından bakarken içimdeki korkunun usulca yatıştığını hissetmiştim. Merak kutsal değilse de, ona çok yakın ve aynı ölçüde tehlikeli bir dürtüdür. Çünkü o en güçlü korkuları bile alt edecek kadar karşı konulmazdır. Hele de çocuklar söz konusu olduğunda… Onun neden duvarları incelediğini anlayamazsam hasta olacağımı hissettim bir an. Burnu neredeyse duvarın tozlu yüzeyine dokunacak kadar yaklaşıp, hafif şehla bakışlarını sabitleyip, kıpırtısızca donup kalmıştı. Soluk alıyor muydu?

“Ninno duvarları inceliyor yürürken” dedim abime. Elindeki kitabı indirdi, yüzüme baktı, böyle durumlarda hep yaptığı gibi sol kaşını kaldırdı, başını sola yatırdı ve paylayan bir vurguyla “E?” dedi. Benim saf olduğumu, anlamsız şeylerle zihnimi kurcaladığımı söyler dururdu. Göz göze geldiğimiz anda yeniden alay konusu olmaktan ürkerek, “Hiç ya, öyle işte” dedim. Abim başını iki yana sallayıp, lacivert, yağlı kağıtla kaplı kitabına yeniden gömüldü. dayanamadım, “Duvarları inceliyor, bir şey arıyor Ninno” dedim. Bu kez abim kitabı indirmeden, yüzüme bakmadan cevapladı: “Ulan oğlum herif deli, deli” dedi, bir dakika kadar bekledikten sonra sayıklarcasına ama daha yüksek perdeden tekrarladı: “Deli!”

“E?” dedim.

“E’si, bir delinin davranışlarını anlamak için onun kadar deli olman lazım. Duvarı da inceler, bulutu da, karıncaları da. Adamın aklı oynamış çocuğum, anlamıyor musun bunu?” dedi abim.

 Merakım yatışmış gibi yapmayı tercih ettim ama Ninno’nun duvarları inceleyiş anı gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Tam olarak ne kadar zaman geçtiğini söyleyemem, belki bir hafta, bir ay, belki birkaç gün… bu kez Sude sokağımızdan geçti. Kasabanın ikinci delisiydi Sude. Yüzü, başı ve omuzları kat kat tülbentle örtülüydü. Ninno’nun aksine kısa boylu, hafif kambur ve hülyalı bir görüntüsü vardı. Her şeye, her zamana ve herkese uzak… Bulunduğu hiçbir yere ve zamana ait olamayacak kadar soyut bir varlıktı Sude. Resimli Hayat Ansiklopedisi’ndeki herhangi bir çizim ondan çok daha somut, canlı ve dünyeviydi. Sonraki günlerde bu yargımı pekiştirecek pek çok gözlemim olacaktı bu konuda. Caddelerde gezerken ona laf atanları, küfredenleri, “uğursuz yosma” diyerek taş atanları görmüyordu. Bir suret, bir rüyet, bir fikirdi Sude. Başka bir zamanda yaşamış ve göçüp gitmiş birinin dünyada kalmış yansımasıydı, bir gölge, yazlık sinemanın perdesine yansıyan bir silüet, bir rüya artığıydı. Kendi varlığından bile habersiz, hafif esintiyle sokak aralarında, gürültülü meydanlarda akıp geçen bir karartıydı o.

“Sude kimseyi görmüyor gibi” dediğimde, abim, “Belki de sahiden görmüyordur” diyecekti.

Beni ilgilendiren daha şaşırtıcı bir ayrıntı vardı. Sude, kanal yoluna çıkan sokağımızın son evinin duvarının önünde durup oraya tebeşirle çizilmiş bir şekli incelemişti. Onun bu dünyada bulunduğuna dair tek işaret buydu. Kapının önünde durup onun duvardaki şekli gördükten sonra telaşla geri dönüşüne tanık olmuştum. Soluk soluğa yürüyüp geçmişti. Köşedeki kahvehanenin önünde oturan dört gencin laf atmasına da aldırmayıp Zahireciler Çarşısı yönünde kaybolmuştu. O duvara niye bakmıştı, ne vardı orada? Sude’nin baktığı yere gidip o tebeşir lekesini incelemek aklıma gelmemişti nasılsa. Ertesi gün gittiğimde, çizimin insan eliyle silindiğini görecektim.

“Bak iki deli var Iğdır’da, tamam mı?” dedim abime.

“E?” dedi abim yine paylamalı bir tonda.

“E’si, ikisi de duvarlara bakıyor, sence tuhaf değil mi?” dedim.

“Bak delilerle uğraşa uğraşa sen de kafayı üşütürsün, demedi deme sonra.”

“Sence niye… Öf, tamam ya!”

O çelimsiz, meraklı çocuk ile, şimdi onu hatırlamaya çalışan kişinin aynı olmadığını söyledim ya sana, aslında kırılmayan bir çizgi vardı aramızda. Yani adına her zaman “ben” diyebileceğim bir şey: Saplantı. İnsanların hayatları boyunca, yaşadığı çalkalanmalar ölçüsünde değiştiğini düşünüyorum. Bazen bu dönüşümler öyle köklü olur ki, öncesiyle ve sonrası iki ayrı varlıktır. Benim hayatımda bu çalkalanmalar, bir kasabayı doyuracak kadar çoktur. Yine de saplantılı kişiliğim hiç zeval görmedi. Bahar geceleri taraçadaki kerevete uzanıp, Ninno ile Sude’nin neden hiçbir zaman karşı karşıya gelmediklerini merak edişimi hatırlıyorum. İlkokul çağında bir çocuk böylesi bir düşünceyle sürüklenip sabahı eder mi hiç? Ben ediyordum. O günlerdeki saplantılı merakımın şu anda, bu sözleri söylerken hissettiğimle aynı olup olmadığını bilmiyorum. Belki çocukluk merakımın nedeni korkmamdı. Bir çocuğun gözünde delilik bulaşıcı bir hastalıktır. Bu yüzden çocuklar delilerle çatışmayı yeğler. Ben çatışmak yerine bu iki delinin sırlarını keşfetmeyi seçmiştim. Büyük ihtimalle bunu başarabilirsem korkularımdan kurtulacağıma inanıyordum. Yoksa neden iki meczubun her davranışını dikkatle izlersin ki?

Okuldan çıkar çıkmaz Iğdır kuçelerinde onları arayıp durmamı, bulunca peşlerinden yürümemi başka nasıl açıklayabilirsin ki? Yüreğim sekerek, ürkerek, dükkânların yanlarındaki boşluklara sinerek Sude ile Ninno’yu takip ediyordum. Belki aylarca sürdü bu merak sürüklenişim. Tam olarak hatırlayamıyorum ama havaların serinlediğini, Ramazan ayının geldiğini, bayram sabahını filan hatırlıyorum ve bütün bu süre boyunca tek yaptığım, sokaklarda Sude ile Ninno’yu takip etmekti. Ramazan akşamları, caddeler boşaldığı zaman sokaklarda gizemli bir rotada gezinip duran üç insandan biriydim artık. İçten içe onlardan birine dönüşeceğim kaygısı hissediyordum. Korkularım ve merakım, içinden çıkılamaz bir labirente dönüşmüştü.

Belki Sude ile Ninno da benim gibi başlamıştı bu işe. Birini merak edip peşinden gitmiş, zamanla hem kasabanın karmaşık sokaklarında hem aklın sisli coğrafyasında kaybolmuşlardı. Şimdi sıra bendeydi ve bir gün; meraklı, küçük bir çocuk benim peşimden gelecekti. Bu böylece sürüp gidecek, sonsuz bir lanetti.

Bunların ne kadarını o günlerde düşündüğümü, ne kadarını bugün o küçük çocuğun çekingen merakını yorumlamak için uydurduğumu bilmiyorum. Emin olduğum tek şey, ödev kâğıdıma o iki meczubun rotalarını çizdiğimdi. Sol üst köşesinde,“Kasabamızı Tanıyalım” yazısı bulunan, teksirle çoğaltılmış basit haritaya her gün bir renkle işlemiştim onların geçtiği yolları. Oysa o kâğıda “nehirlerimiz”, “Göllerimiz”, “Ormanlık alanlarımız” gibi, kasabamızın coğrafi özelliklerini işaretlememiz gerekiyordu. Bu kâğıdı, saplantı haline getirdiğim iki meczubun üç gün boyunca kat ettikleri rotayı işaretlemek için kullandıktan sonra, öğretmene de benim dergimin arasından öyle bir kâğıt çıkmadığı yalanını söylemiştim. Gündüz hafiyelik yaptığım gibi, akşamları o rotaları inceliyordum. Bir akşamüstü yaptığım keşifle heyecandan donup kalmıştım.

“Yavaş ol” dedi abim. Konuşamıyordum, onun önüne koyduğum kâğıdın üzerindeki altı ayrı hattı gösterip duruyordum.

“Bunlar Sude’nin geçtiği yollar” dedim sarı yeşil ve mavi çizgileri gösterirken.

“E?”

“E’si şu, Sude ile Ninno’nun arasında her zaman bir sokak var” dedim. Abim ilk kez ilgiyle kâğıdı önüne çekip inceledi, “Kırmızı, pembe ve kahverengi Ninno’nun güzergahı mı?” dedi. Konuşamayacak kadar heyecanlanmıştım, yalnızca başımı sallayabilmiştim.

“Peki bunlar peş peşe üç güne mi ait?” dedi.

“Evet.”

“Hm, o zaman gerçekten karşılaşmamaya çalışıyorlar ve bunu bir yolla birbirlerine bildiriyorlar. Nasıl yapıyorlar acaba?”

“Tebeşirle, duvarlara çiziyorlar” dedim. Abim şaşırdı, dik dik yüzüme baktı. Ninno ile Sude serçelere ya da sokağın başında kusursuza yakın bir mesafeyle kanal boyuna kadar uzayıp giden kavaklara benzerdi. Onlar ancak yokken varlıklarını fark edersin. İnsanlar durup Sude ile Ninno’nun davranışları üzerine kafa yormazdı. Onları görmezdi kimse. Ne yiyip içtiklerini, nerede uyuduğunu bilmezdi Iğdırlılar. Çünkü korkuyorlardı. Yaptığım takipler sonucunda keşfettiğim bir şeydi bu, yetişkinler de en az çocuklar kadar delilerden korkuyordu. Çocuklar korkularını yenmek için onlara taş atıyor, küfredip kaçıyorlardı. Yetişkinlerse gülüyor, laf atıyor ama kaçmaya gerek duymuyorlardı. Onların deliler karşısındaki yegâne üstünlüğü de buydu. “Biz akıllı insanlar hayatın gerçek sahipleriyiz ve siz bizim eğlenmemiz için gönderilmiş kayıp canlarsınız” diyorlardı bir bakıma. Hayatı delilere bırakmayacaklarını her davranışlarıyla gösteriyorlardı. Deliler, onlara ne kadar üstün olduklarını hissettiren düşük bir oluş halinin işaretleriydi.

Abim şaşkındı, önündeki çizimi inceledi, bir süre düşündü ve yetişkin biri olduğuna karar verip, hiçbir şey söylemeden kâğıdı önüme itti, lacivert kaplı, üzerindeki sakallı adamların görüntüsü bulunan, babamı kızdıran kalın kitaplarından birine gömüldü yeniden. Kısa bir süre sonra onun ülkeden kaçıp gitmesine neden olacak, -annemin deyimiyle- onu yoldan çıkaran kitaplar…

71 darbesinin yol açtığı kargaşa sonrası küçük kasabadaki baskılara daha fazla dayanamayan babamın ani kararıyla, abimin kaçışının üzerinden bir ay geçmeden İstanbul’a taşınacaktık. Ninno ile Sude, çözümsüz bir bulmacanın yanıltıcı kelimeleri olarak çocukluğumun karanlık uykularında solup gidecekti. Abim de bir daha ülkeye dönemeyeceği için lacivert kaplı, kapağında sakallı insan çizimlerinin bulunduğu kitaplar bana kalacaktı. İtiraf edeyim ki o kitaplara uzun yıllar bakmadım. Kütüphanemin bir kenarında öylece, öksüz bir yalnızlıkla sahiplerini bekleyerek çürüdüler. Yirmi bir yıl önce, iyi para kazandığım bir sezon sonunda kütüphanemi yenilediğim zaman, o hayal mezarlığının sayfalarının arasından düşen bir A5 teksir kâğıdını görünceye kadar bir daha Ninno ile Sude’yi hatırlamayacaktım. Bu hatırlayış da, unutuşum kadar gülünç ve gereksizdi. “Alzheimer Notları” adını verdiğim defterlerimden birinde, bir sayfaya çocukluğumun çocuksuluğuna dair aldığım kasvetli bir not olarak kalacaktı. Bugüne kadar…

Sülalemizdeki bütün erkeklerin kaderini paylaşarak günün birinde alzheimer olacağımı biliyordum. Babamın, büyük amcamın ve abimin durumunu bildiğim için yapabileceğim hiçbir şey olmadığını anladım. Bir işime yarayıp yaramayacağını bilmememe rağmen hatırlayabildiklerimi, gelecekteki ruhu boşalmış halime miras olarak aktarmaya karar verdim. Elli bir defterden oluşan “Alzheimer Notları”, hayatımın her dönemine ilişkin temel bilgilerden oluşuyor. Şu an incelesen sana rastlantısal, hesapsızca bir araya yığılmış bir sürü gülünç bilgi gibi görünebilir ama bir gün onlara muhtaç olacağımı biliyorum. Tabii onların varlığını da unutmamışsam.

Üç gün önce alzheimer yolculuğunun ilk etabını geçtiğimi öğrenince, o defterleri yeniden incelemeye, bazı notları daha ayrıntılı yazmaya, böylece hafızamı diri tutmaya karar verdim. İşe defterlerin tozunu almakla başlamıştım ki, o sayfaya denk geldim. Beni uykusuz bırakan gecenin sonunda o büyük sırrı zihnimin girdaplarında çözüverdim nihayet. En azından bir çözüm ihtimali yarattım. Ninno ile Sude’nin sorduğu o büyük bulmacanın cevabını biliyordum artık. Muhtelif cevaplardan birine, en çarpıcı olanına ulaşmıştım. Yasağa rağmen altı sigara, iki demlik çay ve uykusuz bir gecenin karşılığında bir cevap yaratabilmiştim.

Sabah, gün ışırken abimi aradım. Altı ayı aşkın bir süredir aramadığım adamın o sırada Stockholm’deki klinikte, artık bir doktor olarak değil, ölümü bekleyen felçli bir hasta olarak yattığını, her gün sabah altı civarında uyanıp Filipinlerdeki eski sevgilisiyle çevrimiçi satranç oynadığını biliyordum. Onun hatırını sormadığım ayları nasıl telafi edeceğimi düşünmem gerekmiyordu, abim alzheimerin pençesinde de kıvrak zekasını koruyordu. Ölüm anına kadar zihninin açık olacağından emindim. Hatta abimin bir an bile aklının bulandığını düşünmek benim için ürkütücü bir fikirdi. Onu oyalamak, laf kalabalığına boğmaya çalışmak anlamsızdı, hiçbir koşulda bunu beceremeyecektim.

“Sabahın köründe şey ediyorum ama…” diyecek oldum, buna bile gerek kalmadığını ima eden bir sesle, “Uyumuyorum, dökül bakalım, ne var yine?” dedi.

Evet, abimle ilişkim de hayatım boyunca kırılmadan süren çizgilerdendi. Her yaşta, her koşulda aynı paylamayla cevaplayacaktı beni. Her şeye rağmen birbirimizi fazlasıyla tanıyabilmiştik. Gereksiz bir derinlikte…

“Ninno ile Sude’yi hatırlıyor musun?” dedim.

“İnsan onları unutabilir mi?”

“Lafı dolandırmayacağım, sadece bir şey sormak istiyorum” dedim.

“Lafı dolandırsan da olur, telefonu sen açtın, sana yazıyor oğlum.”

“Sude ile Ninno birbirine büyük bir aşkla bağlıydı…” dedim. Beklediğimden uzun bir suskunluk oldu. Adamcağız bir senaryo mu yoksa büyük bir sır mı dinlemekte olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“E?”

“E’si, aileleri karşı çıktığı için bir sabah at sırtında Tebriz’den kaçıp Iğdır’a sığındılar” dedim ve sustum. Tam Türkçe söylemek gerekirse, ballandırıyordum. Çocukken bana gösterdiği ilgisiz tavrın öcünü alıyordum bir bakıma.

“Devam et” dedi sonunda. Soluğunun düzensiz olduğunu telefonda bile anlayabiliyordum.

“Iğdır’a geldiklerinde arkalarından onları birinin takip ettiğini anladılar. Gelen kişi Sude’nin küçük amcasıydı. Sude’den bir yaş büyüktü” dedim. Artık bir senaryo ile karşı karşıya kalmadığını düşünmesini istedim. Kesin bilgiler veriyordum. Abimin soluğunun sıklaştığını duyabiliyordum. Gözlerini iri iri açıp başını yan çevirip kıpırtısızca gözlerimin içine bakışı canlandı hayalimde. O anda öylece donup kaldığı, uzun süredir yüzünü görmediği küçük kardeşini hayal ettiğinden emindim. Dalga mı geçiyordum, oyun mu oynuyordum, onu oyalamaya mı çalışıyordum, aklım sıra bu cahilce yöntemlerle onun ölümünü geciktirmeye mi çalışıyordum? Benim kendi alzheimerimle boğuştuğumu nereden bilebilirdi ki!

“Küçük amca bizim meczupları Cumhuriyet Caddesi’nin başındaki göçmenlerin kahvesinin önünde yakaladı. Her ne kadar yol yorgunu olsalar da, amca ile Ninno yaka paçaya geldiler. Sude’nin feryadıyla birkaç kişi onları ayırmayı başardı sonunda. Karaağaç mahallesi muhtarı…”

“Bizim Nazif abi mi yani?”

“Dinle” dedim. Heyecanlanmıştı. Sonunda onu heyecanlandırmayı başarabilmiştim. Telefonu oracıkta kapatsam önündeki satranç tahtasına bakacak, sözlerimi zihninde çok önceden seyrettiği bir filmin gizemli sahnelerine dönüştürecek, gün boyu o sahnelerin içinde gezinip duracaktı. Ama daha fazlasını istiyordum artık.

“Muhtar Nazif amca bunları karşısına dizdi ve meseleyi anlamaya çalıştı. İşte orada ortaya çıktı ki, Sude faktör-17 hastasıymış. Nasıl?”

“Ne nasıl? Yani…”

“Kız evlenemez, aile bu yüzden Ninno’yu reddetmiş meğer. Zaten amca da bunu tekrarlayıp durmuş muhtarın karşısında, ‘bunlar cahillik ediyor, kız ilk gece kanamadan ölecek, katil olacak bu beyinsiz, farkında değil’ filan deyip durmuş. İlginç olansa, Ninno da bu durumu oracıkta öğrenivermiş. Kızcağızın hastalığından bihabermiş. Çünkü aile, kızlarının öyle bir kusuru olduğunu saklıyormuş. O yüzden de 72 yaşındaki Köse Rüstem ile evlendirmeye karar vermişler. Yani Ninno’nun zannettiği gibi, Köse Rüstem’in çarşıda bir halı dükkânı oluşunun bu durumla ilgisi yokmuş.”

“Bunları nereden öğrendin, ilginçmiş” dedi abim.

“Bir dur ya, devam edeyim mi?”

“Et” dedi bir asker komutu vurgusuyla. Ya da mesafeden dolayı bana öyle geldi. Yeniliyordu abim. Gardı düşüyordu. Gizemini çözemediği için aldırmaz görünmeyi seçtiği sis aralanıyordu, yasak meyveyi soyup, en lezzetli yerlerini ona uzatıyordum. Tabii ki öfkelenecekti. Elli yıl önceki ektiğim bir ağacın meyveleri… Küçümsediği, azarladığı, meraklı bir çocuğun yetiştirdiği o al elmanın en güzel dilimlerini tadıyordu. Bilmenin meyvesini…

“Sonunda kız bir yolunu bulup kaçtı gitti, ortalıktan kayboldu anlayacağın. Gerdeğe girerse kendisinin kanamadan öleceğini ve sevdiğinin de katil olacağını anlamıştı. Tek çözüm uzak durmaktı ondan. Ninno sokaklarda aşkını aramaya başladı. Amca bir süre sonra pes edip Tebriz’e döndü ve Iğdır bu iki biçare âşığa kaldı. İkisi de okuma yazma bilmezdi. Oniki Kasım İlkokulu’nun çöplerinden buldukları tebeşir parçalarıyla duvarlara her gün nerelerde gezeceklerini işaretlediler. Ortak bir işaret dili geliştirmişlerdi. Hayatları boyunca birbirlerine yakın olacaklar ama asla dokunmayacaklardı. Sokaklarda öylece birbirlerini hissedecek, koklayacak, adımlarını takip edecekler ama asla bir araya gelmeyeceklerdi. Büyük aşklarının bir sokak ötede olduğunu bilmek hem onları teskin ediyor, hem delirtiyordu.”

“E?” dedi abim ama bu kez, daha önce hiç yapmadığı, paylamadan ziyade meraklı bir vurguyla söylemişti bunu. “E, ne var bunda?” değil, “Sonra ne oldu” diyordu. Benim ilk zaferimdi bu. Elli yıl gecikmeyle gelen bir zaferdi ama abime bu hikâyenin derinlerinde nasıl bir dramın yatıyor olabileceğini düşündürtmeyi başarmıştım.

“Sen doktorsun, böyle bir şey duysan tıbbi olarak nasıl yorumlardın?” dedim.

“Çok emin değilim. Bazı kan hastalıkları birlikte olmaya engeldir tabii ki. Hele de o yıllarda ama şimdi anlat bakalım, bütün bunları nereden öğrendin?” dedi.

“Öğrenmedim, kurdum.”

Bir şeyler geveledi ama tam olarak ne dediğini anlayamamıştım. Zaten onun da kafası karışmıştı. Sabahın köründe, tekdüze hayatına bir renk gelmiş olmalıydı. O anda hikâyemin içinde gezindiğinden emindim. Seni çok etkilememiş olabilir ama Ninno ile Sude bizim hayatımızda, kavak ağaçları, serçeler kadar doğal birer varlıktı ve onları bir kez sorgulamaya başlamak, insanı korkularının yatağına götürürdü. Bir korku tüneline girmiştik yeniden. Alzheimerin pençesinde kıvranan biri için bu tür korkular, gelecek zamanların buğulu yollarında kaybolma korkusunu unutturan ferah bir nefestir. Onun bir an için geçmişin korkularıyla dinginleştiğini hissediyordum.

“Boş işler” dedi ve telefonu kapattı. On dakika sonra bir mesaj gönderdim ona: “Hikâyeyi takip etmek için Iğdır’a gidiyorum. Bence yaşlanınca, yalnızca bir kez seviştiler ve o yatakta ikisi de ölü bulundu.”

İki gün sonra, akşamüstü bir cevap geldi: “Öğreneceklerini benimle paylaşırsan sevinirim.” Bu da benim ikinci zaferimdi işte. Doğrusu ilk anda uçağa atlayıp Iğdır’a gitmek ve o kayıp iki canın hikâyesini öğrenmek cazip görünse de, abime mesajı gönderdiğim sırada bunu yapamayacağımı düşünüyordum. Yalnızca onu kışkırtmak için öylesine blöf yapmıştım. Hafızamın bulanık lekelerle yaralanmaya başlayacağı bir eşikte böyle bir çaba gereksiz bir zaman kaybından başka neydi ki? Ama ondan cevap gelir gelmez heyecanlanmıştım. “Öğreneceklerini benimle de paylaşırsan sevinirim.” İlk kez abimin önünde gidiyordum. Aynı lanetin gadrine uğramıştık, hikâyemiz bir yere kadar aynı yatakta akmıştı. Olgunluk çağına kadar fark etmeden, sonraki zamanlarda da eski bir alışkanlıkla, yaptığım her şeyi onun onayına sunmamış mıydım? Şimdi o benim arkamdan gelecekti, ilk kez.

Üç gün sonra Iğdır sokaklarında dolaşıp duruyordum yeniden. Tam 50 yıl sonra, çocukluğumun hayaletini kovalıyordum sokaklarda. Artık topoğrafyası değişmiş, hatırılarımdan tek iz göremediğim bir yerdeydim. Herhangi bir kasabadan daha fazla benzemiyordu çocukluğumun masal diyarına. Rüyalarım kentsel dönüşüme uğramıştı. Dünyada kentler değişiyor ama bu ülkede kentler yıkılıp, hiçbir kültüre ait olmayan gudubet bir mimariye uygun şekilde, beton ve alüminyumdan yeniden dikiliyor. Öncekinin mezarının üzerine konan bir beton sunak olarak… Şimdi benim zavallı Iğdır’ım da yıkımın, yağmanın, rantın kurbanıydı. Üç gün boyunca boş boş sokaklarda dolaşıp durdum. Dördüncü gün yaşıtım, bebeklik arkadaşım teyze oğlu Kerim’i dükkânında ziyaret ettim. Elli yıl sonra, ilk oyun arkadaşımla diz dize oturup çay içiyorduk. Biraz sohbet ettikten sonra beni sürükleyerek evine yemeğe götürdü. Yol üstü arabasını durdurup, itirazlarıma kulak asmadan oteldeki valizimi toplattı ve beni “istersen ilelebet kal” dediği güzel bahçeli evine götürdü.

 Artık rüyasını bile görmekten vazgeçtiğim bir zamanın yüreğinde, hasta ve yorgun bir uykuya yattım o gece. Kerim yan odada kısık sesle saz semaisi dinliyordu. Islıklı bir rüzgâr uzaktan sızılı köpek ulumalarının sesini sürüklüyordu. Dut ağacının dalına tünemiş bir baykuşun banlaması perde perde söndü ve huzursuz bir uykuya gömüldüm.

Gece yarısı bir yıldırım sesiyle uyanıp taraçaya çıktım ve yarım ayla aydınlanan Ağrı Dağı’nı seyrederek bir sigara içtim. Sert rüzgâr ulu kavak ağaçlarını kökünden sökercesine savuruyordu. Geride çakan şimşekler, karanlığın içinde nesnesini yitirmiş, sahipsiz ve öksüz gölgeleri sergiliyordu. Birden bastıran yağmur öfkeli, hırçın ve sarhoştu. Rüzgâr yanlış yaşanmış bir hayatın isyanlı ağıdıyla inliyordu.

“Üşütme kuzen” dedi Kerim. Arkamı döndüğümde, elinde bir sürahi suyla kapının ağzında dikildiğini gördüm. Benim kaldığım odayla onun yatak odası verandanın birer ucuna açılıyordu. Yanda duran sağ elinde bir bardak tuttuğunu gördüğümde bana doğru bir adım atmıştı. Uzattığı suyu aldım, bir süre kıpırdamadan sağanak yağışlı karanlığın tül gibi bulanıklaştırdığı ihtişamlı dağı seyrettikten sonra, “Kerim, bizim Ninno ile Sude ne oldu, onların akıbetinden haberin var mı?” dedim. Bunu oradan ayrılırken sormayı kuruyordum. Ziyaret nedenimin, bütün kuzenlerle son kez kucaklaşmak olduğu yalanını ortaya çıkarabilirdi bu soru. Ama dayanamamıştım. Kerim rezil yalanımı anlamış mıydı? Bir şey söyleyemem ama bakışlarını kaçırdı, gülümsedi ve sürahiyi verandanın tırabzanına bırakırken şöyle dedi: “Sude ile Ninno aynı insandı.”

Bakışlarını bana çevirdi ve benim şaşırmama şaşırdı. Zaman donmuştu bir an. Algılarım karmakarışıktı artık. Sadece “Nasıl?” diyebildim.

“Sen hiç Sude’nin yüzünü görebildin mi kuzen?” dedi.

“Hayır, sadece…”

“Yüzünü sıkı sıkı örterdi ve bir entari giyerdi. Sude, Ninno’nun bir oyunuydu. Ölünceye kadar da kimse anlayamadı zaten” dedi.

Sabah beni Kars otobüsüne götürdü Kerim. Otobüsün önünde vedalaşırken birden aklıma geldi ve  hiç hesap yapmadan uzattığı sigaraya alırken ona sordum: “Ninno çok uzun boylu biriydi, Sude ufarak…” Kerim sözümü keserek, “Ninno’nun geniş paçalarının altında otuz üç santim yüksekliğinde birer takoz vardı. Ya da adı neyse işte…” Sağ elini karış yaparak, “Şöyle bir taban yaptırmış vaktiyle” dedi. Bir şey daha söylemek istedi ama anlamsız olduğuna karar verip sadece gülümsedi, ardından hayıflanırcasına başını iki yana salladı. Beni ayıplıyor muydu, olanlara üzülüyor muydu, yoksa kendisi de tam olarak ne demek istediğini bilmiyor muydu, anlayamamıştım. Gözlerimin önünde Ninno’nun paytak, dengesiz yürüyüşü vardı yalnızca. Sude’ninse iki büklüm, kambur duruşu…

Ertesi gün uçağı beklerken abime bir mesaj attım: “Ninno, zaman zaman entari giyip Sude haline geliyormuş. Sude öldüğünde yüzündeki örtüyü açınca bunu anlamış Iğdırlılar. Belediye mezarlığına gömülü… ler! :)”

Abimin de “Ulan oğlum Ninno, Sude’nin iki katıydı, saçmalama!” diye bir mesaj yazacağından emindim. Son golü atmak için bekledim ama abimden cevap gelmedi. Yeğenim akşam aradı ve abimin ölüm haberini verdi. Acaba mesajımı okuyabilmiş miydi? Top bir kez daha mı taça çıkmıştı. Bir kez daha mı deplasmanda oynamıştım? Abimin karşısında hiçbir zaman kendi sahamda olamadım ki zaten.

Şimdi yavaş yavaş kimliğim yerin yüzünden çekiliyor, gövdem arsızca direniyor. Bir gölgenin ışık karşısında nesnesine geri dönüşü gibi, başka biri haline geliyorum. Olmamış ve asla olmayacak biri haline… Bir hayatın ayrıntılarını unuttukça başka bir hayatın rüyalarına teslim oluyorum. Unuttuğum her şeyin bir bedeli var ve şimdi ben geceleri sokağa çıkıp hayaletlerin peşinden gidiyorum. Yarım asır önce yola vurmuş soluk gölgelerin üzerine basarak kendimi takip ediyorum. Âşık olduğum ama asla kavuşamayacağımı bildiğim birinin silik izinde yürüyorum. Asla kavuşamayacağım çünkü o benim. Ve Ninno’nun neden iki insana bölündüğünü çok iyi anlıyorum. İnsan ne kadar çoğalırsa hayata karşı o kadar bağışık olur ve haliyle o kadar çok ölür. Ben çoğaldıkça ölmelerim de çoğaldı. Sen şimdi bir tanesini okudun burada. Büyük ihtimalle yakında bu cümleleri ben de okuyacağım ve tek tük kelimeler seçebileceğim. Ama hikâyenin sonuna her gelişimde, birden fazla hayat yaşadığımı sezeceğim. Bazen kendimi Ninno zannedeceğim, bazen Sude, bazense onların hikâyesini kaleme alan yorgun bir Fuzuli. Ama zaten Leyla da, Mecnun da Fuzuli değil mi biraz? Kendi rüyasına meftun…

Neyin peşinden gidersen ona dönüşürsün. Bir zamanlar kavuşamayan, birbirine tutkuyla bağlı iki âşığın peşine düştüm. Şimdi yağmurlu gecelerde bazen bir abim olduğunu hayal ediyorum. Ya da, kavruk, meraklı, saçma sapan şeylere kafayı takan, delileri birer peygamber gibi görüp onların davranışlarını anlamaya çalışan bir kardeşi geride bırakıp ülkemi, hayallerimi ve sevdiğim kadını bırakıp kaçan biri olduğumu hayal ediyorum. Hangisi olduğuma karar vermek için acele etmiyorum. Sokaklarda, asla yolumun kesişmeyeceğini düşündüğüm biri var şimdi. Onunla karşılaşmadan yürümek tek amacım. Anlıyorsun değil mi? Yol boyunca “abim” dediğim kişinin son sözlerini okuyorsun şu anda. Öteki? O çok eski bir hikâye. Çok eski olduğu için de kendisini sonsuzca tekrarlayacak, kavruk, meraklı, saçma sapan şeylere kafayı takan, delilileri birer peygamber gibi görüp onların davranışlarını anlamaya çalışan bir çocuğun, durmadan tekrarlanan hikâyesi. Olmayan bir dünyanın, imkansız masalı. İnsan kendi sesiyle sarhoş olursa asla ayılamaz çünkü. Ayılmak istemez ki!

(Not: Defteri yazan, hikâyesini burada bitirmiş, iki sayfa boş bırakıp bir kroki ve karmaşık bir labirent oluşturan, renkli kalemlerle bazı rotalar çizmiş. Başhemşire olarak kendisine verdiğim sözü tutuyor ve deftere son notu ben yazıyorum. Bu defteri onun eşyalarının arasına bırakacağım, nereye gidecek kim bilir! Okuyan her kimse, bu acayip masalı yazanın geceleri hiçbir yere gitmeyip, pencerenin önünde dikildiğini ve bir kavak ağacını dikkatle seyrettiğini bilmesini isterim. Şimşeklerin coştuğu bir gece, orada olmayan biriyle konuştuğunu gördüm. Ona bir bardak su uzatırken bana “Kerim” diye seslendi. Galiba bir hikâyeyi olsun tamamlamadan gitmek istemedi. Ben de yardım ettim ona. “Evet?” diye cevapladım onu. Neredeyse mırıltıyla şöyle dedi: “İnsan ne ararsa arasın, bulacağı şey kendisidir. İnsanın kendisinden başka bulacağı her şey bir rüyada solup gidecektir çünkü.” Onu yatağa yatırdığımda gülümsedi ve şöyle devam etti: “Öyle bir kumar ki, kaybettiğinde kazanıyorsun; kazandığında kaybediyorsun. Sen olsan oynar mıydın?” Bir an düşündüm, “Hayır” dedim. “O zaman neden yaşıyoruz ki?” diye mırıldandı, sızdı. Bu defterin sahibi o sabah öldü. Galiba son sözü de bu olmuştu.)

Kendi Rüyasına Küskün

İsmail Güzelsoy – 27 Nisan 2020

İsmail Güzelsoy Hakkında:

İsmail Güzelsoy, 1963’te, Iğdır’da doğdu. 9 yaşında ailesiyle İstanbul, Gaziosmanpaşa’ya taşındıktan sonra tek başına tekrar Iğdır’a dönerek ilkokulu orada bitirdi. Ortaokul yıllarında Karagümrük’e taşındı, aynı dönemde Cağaloğlu’nda mücellithane ve matbaalarda çalıştı. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde eğitim gördü. Üçüncü yılında, dönemin eğitim koşullarına uyum sağlayamayacağına karar verip İsveç’e gitti, orada İsveç edebiyatı üzerine çalıştı. 1987 yılında yeniden İstanbul’a gelerek İsveççe ve İngilizce rehberliğe başladı. Rehberlik yaptığı yıllarda çeşitli dergi ve gazetelerde öykü, makale ve röportajlar yayımladı. Anadolu’da rehberlik yaparken karşılaştığı olay, insan ve kültürel dokunun esiniyle, sonraki yıllarda yazacağı romanların omurgasını oluşturan notlar, öyküler biriktirdi. 1999 yılından itibaren, gezileri sırasında biriktirdiği notları elden geçirip kurgusal bir bütünlük içinde bunları yeniden biçimlendirmeye karar verdi. Bugün yayımladığı romanların büyük bölümü o dönem çalışmalarının bir ürünüdür. İlk kitabı Seni Seziyorum’daki öyküler de bu defterlerde biriken notların işlenmesinden ortaya çıkmıştır. Bu ilk kitaptan sonra romanlarını yayımlamaya başladı. Genelde birbirine göndermeleri olan, farklı okumalara olanak tanıyan, çok katmanlı romanların çoğu rehberlik zamanında yaptığı çalışmaların yeniden ele alınışıyla biçimlenmiştir. İsmail Güzelsoy ayrıca rehberlik yıllarında, bir rehberin gezi sırasında anlattıklarını derleyerek iki ciltlik İstanbul’un Gezi Rehberi’ni yayımlamıştır. Kitab-ı Mukadder, Ruh Hastası, Sincap, Rukas, İyi Yolculuklar, Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri, Çıt Yok, Saf, Değmez, Gölge ve Hatırla isimli romanları vardır.

Benzer İçerikler

Yorum Yaz