Ana Sayfa Yazar Köşesi İsmail Güzelsoy yazdı: “İki zavallı cümleyle Türkiye’yi anlamak”

İsmail Güzelsoy yazdı: “İki zavallı cümleyle Türkiye’yi anlamak”

Ekleyen okumakiyigelir

Kitab-ı Mukadder, Ruh Hastası, Sincap, Rukas, İyi Yolculuklar, Çıt Yok, Saf gibi eserleri edebiyatımıza kazandıran İsmail Güzelsoy’un kaleminin tadını bir kez almış olanlar bilir insanın içine ne kadar işleyen bir yazar olduğunu… İsmail  Güzelsoy’un Neu Zürcher Zeitung için kaleme aldığı ve burada yayımlanan yazısının Türkçesini okurlarıyla paylaşıyoruz.

Kurtuluş Caddesi’nin başındaki markete uğradım, bir küçük paket yüzde 70 bitter çikolata aldım. Öğrencilerimden Ümit ile buluşup sohbet etmek üzere Pure Black kafeye gidiyordum. Bir gün önce beni aramış, “Senin üç boyutlu olduğunu hatırlamaya ihtiyacım var” demişti. Pandemi öncesi ayda en az bir kez Prue Black’te buluşup kahve keyfi yaptığım, tiyatro oyuncusu Ümit, aynı zamanda yönettiğim kurgu proje atölyesinin de katılımcısıydı. İki yıldır Zoom üzerinden yaptığımız çalışmalardan sonra ilk kez yeniden bir yerde buluşup yüz yüze görüşecektik. Onun kahveyle birlikte bitter çikolata sevdiğini de bildiğim için, yolumun üzerindeki markete uğramıştım.

Kasanın önünde sıramı beklerken, yaşlı bir kadın, kasiyere, “Bir daha hesaplar mısınız?” dediğini duydum ama onu doğru anladığımdan emin olamadım. Genç kasiyer de doğru duyup duymadığından emin olamamıştı anlaşılan. Hafifçe öne eğilip “Anlamadım” dedi. Yaşlı kadın maskesini hafifçe aşağı çekiştirirken, “Zannederim yanlış hesapladınız, bunlar iki yüz on iki lira tutar mı? Bir daha hesaplar mısınız?” dedi. Kasiyer afallamış olarak yaşlı kadını süzdü, bana kaçamak bir bakış attıktan sonra önündeki ekranı inceledi, tezgâhtaki peynir, zeytin, iki kavanoz ve bir fasulye poşetini tek tek yokladı. Bunu yaparken de “Teyze biz hesap yapıp yazmıyoruz ki, bu barkodlar otomatik olarak işleniyor” diye söyleniyordu. Market tenhaydı, arkamda yalnızca bir müşteri vardı. Kasiyer, şefine işaret yaptı ve yapılan işlemi iptal etmesi için yardım istedi. Ardından bütün ürünleri yeniden kasadan geçirdi ve kısa bir an duraksadıktan sonra yaşlı müşteriye döndü, “Evet teyze, iki yüz on iki lira” dedi.

“Ama çocuğum bunlar…” dedi kadın, bir eliyle tezgâhtaki ürünleri gösterirken bir yandan da söyleyecek anlamlı bir söz arıyordu. O sözü bulamadı, yutkundu ve “Yani hesap doğru, öyle mi?” dedi. Kasiyer, kadının yaşadığı bozgun üzerine bir şey söylemedi. Yaşlı kadın bir kaşar peyniri ve reçel ya da bal olduğunu zannettiğim kavanozu hesaptan çıkarırsak ne kadar kalacağını sordu.

Bazı cümleler bir travmayı kodlar bize. Yol boyunca, “Bir daha hesaplar mısınız?” cümlesi zihnimde yankılanıp durdu ve bir iç sese dönüştü. Yaşlı bir insanın satın almak istediği peyniri geri verişini tarif eden, hüzünlü bir şiirin, bağlamını kaybetmiş bir dizesi olarak zihnime işleneceğini biliyordum bu kederli yakarışın. Bir daha hesaplandığı zaman her şeyin yerine oturacağına inanma isteğini kodlayan umutsuz bir duaydı o.

Pure Black pandemi molalarında çok rağbet gören bir kafeydi. Orada biriyle buluşacağım zaman erken gitmeye özen göstermek gerekirdi, kapıya yakın masalardan birinde yer bulabilmek kolay olmazdı. Ümit’ten on dakika kadar erken gittiğim kafede bir tek masanın dolu olduğunu görünce şaşırdım. Önünden geçtiğim İtimat Şarküteri’nin kafesinin de diğer günlere oranla tenha olduğunu fark ettim.

İnsan zihni, yeni karşılaştığı durumları anlamlandırmak için yaşadığı en benzer olayları referans alıyor anladığım kadarıyla. Sokağa çıktığımda gördüğüm yorgun yüzler, endişeli bakışlar, 1999 depremini hatırlattı bana. Yanı başımızda on binlerce insanın depremde öldüğünü bilmenin yarattığı tedirginlik, endişe ve en önemlisi çaresizlik duygusunun bakışlara yansımış halini tanımıştım. Dolar kısa sürede 9 liradan 18 liraya fırladı ve bir gece yarısı, birkaç saat içinde 11 Türk lirası seviyesine düştü. Birileri servetini ikiye katladı ama çoğunluk elindekinin yarısını kaybetti. Basit bir aritmetik hilesi! Hayatlarımız küçük aritmetik oyunlarının nesnesiydi artık. Oyun kurucu olmadığımızı biraz daha derinden anlamıştık. Biz bu oyunda kazanmak için değil, daha az kaybetmek için oynayabilirdik ancak.

Kurtuluş Caddesi’nin sonunda bulunan, İstanbul Belediyesi’nin ucuz ekmek sattığı küçük kulübenin önündeki kuyruk her gün biraz daha uzuyor; caddeden geçen araç sayısında hissedilir ölçüde azalma var. Son akaryakıt zamlarından sonra çoğu insan araçlarını geride bırakıp toplu ulaşımı kullanmaya başladı.

Öğrencilerimden biri, Urfa’ya gitmek için bir hafta önce 220 liraya aldığı biletin o sabah 320 lira olduğundan yakınıyordu. Son haftalarda derslerin ilk on dakikası katılımcıların fiyatlardan yakınmasıyla geçiyor. Şikâyetlerinin odaklandığı iki nokta dikkatimi çekiyor. Kimse bir şeylerin fiyatının arttığından yakınmıyor aslında. Fiyat dalgalanışı öylesine dengesiz ve belirsiz bir rota izliyor ki bu durum insanlarda bir doğal afet etkisi yaratmış. Bir gün sonra kiranın, yakıt fiyatlarının, elektrik faturalarının ne olacağını bilememek… Bu belirsizlik büyük bir tedirginlik kaynağı. Bir anda Türk lirası yarıya düşebilir ve her şey otomatik olarak ikiye katlanabilir yeniden. Depremde önce 2000 kişinin öldüğü haberi gelmişti, sonra 10 bin, sonra 20 bin, sonra 30…

İkinci olarak da yüzde 90’ı aşan bir oranda hükümetin yörüngesine giren medya kuruluşlarının bütün yaşananları görmemeyi seçişi… Bu da şizoid bir kaybolmuşluk duygusu yaratıyor insanlarda. “Bazen her şeyi tatsız bir rüyada görmüşüm duygusuna kapılıyorum. Hiçbir kayıt yok gibi. Allah’tan şu var da” diyordu Ümit, elindeki telefonu havada sallayarak.

“Ben ulusal medyayı pek takip etmiyorum doğrusu ama mutlaka şu anormal fiyat artışına, işsizliğe dair bir şeyler söylüyorlardır, medya insanların yaşadığı somut gerçeklikten ne kadar kopabilir ki?” dedim Ümit’in sözünü keserek.

“Tahmin ettiğinden daha fazla kopabilir hocam. Başka bir gezegene sığınabilir hatta. Henüz keşfedilmemiş sanal bir gezegene, bir metaverse projesi kadar uzak ve hayali bir dünyaya kaçabilir medya” dedi ve cep telefonunu açıp son aylarda yaptığı arşivden bölümler okumaya başladı. Ümit sıkı bir arşivcidir. Son yıllarında yakın temasta olduğu dedesinin Alzheimer oluşundan etkilenerek, geçen on altı yıl boyunca olup biten her olayı içeren bir arşiv yaratmış. Onun bu tutkusunu ileride bir romanda işleme hayalim var.

“Şunu görüyor musun?” dedi ve kahkaha attı Ümit. Devlet televizyonunda, çöpten toplanan malzemeyle nasıl yemek yapılacağını anlatan gurme programına dair bir kayıttı gösterdiği. Okuduğumdan emin olunca parmağıyla sürükleyerek ekranı değiştirdi ve az yemek yemenin yararları üzerine yapılan bir haberi gösterdi, “Türk medyası intermittent fasting”i keşfediverdi birden” dedi yine kahkaha atarak.

“Peki bütün bu saçma sapan haberlerin gerisinde, şu an yaşadığımız çöküşün belgesi olabilecek bir şey yok mu elimizde? İleride Alzheimer olduğun zaman bunlara bakarak bugün yaşananlar hakkında doğru fikir edinemezsin, değil mi?” dedim.

“Onu da düşündüm hocam” dedi Ümit, telefonu yeniden kendisine çevirdi ve bir süre kutucukların içinde gezindikten sonra bir sokak röportajı gösterdi. Yaklaşık bir buçuk dakikalık sokak röportajında bir üniversite öğrencisi, kitap alabilmek için her gün üç saat motorla kuryelik yaptığını anlatıyordu. Bu kısa filmin son aşamasında yaşlı, sert bakışlı bir adam kadraja giriyor ve “Çıkar telefonunu göster!” diye bağırıyordu. Bu tür sokak röportajları haricinde ülkede yaşanan ekonomik çöküşü gösteren ve kaydeden medya kuruluşu yok gibi ve bu tür röportajların hemen hemen hepsinin bir yerinde bu “Çıkar telefonunu göster” diye bağıran birine denk gelirsiniz. Sosyal ağlarda, sınırlı bir çevrenin izlediği birkaç dakikalık bir kayıtta bile, ülkede yaşananların görülebilmesine tahammülü olmayan fanatik muhafazakârlar bunlar. Bir yeraltı örgütü gibi, her yerde, her zaman, her kadrajda ortaya çıkıveren bu adamların tek sıkıntısı insanların, yaşadıkları fakirleşmeyi dile getirmelerini engellemek. Distopik bir roman gibi geliyordur kulağınıza ama bu dediklerime inanmayan biri rahatlıkla gelip Taksim, Eminönü, Şişli gibi merkezi bir yerde, ekonomik sıkıntılar yaşadığını anlatan birini kameraya almayı denesin. Garanti ediyorum size, biri kadraja girecek ve derdini anlatmaya çabalayan kişiye, “Çıkar telefonunu göster” diye bağırmaya başlayacaktır. Bu cümlenin alt metni şu: “Cebinde pahalı bir akıllı telefonla geziyorsun, ülkede ekonomik bir sıkıntı yok ve sen sadece hükümete muhalefet etmek için mahsus sızlanıyorsun.” Covid-19’dan sonraki en büyük epidemi bu olsa gerek.

“Bunu biliyorum” dedim Ümit’e, adamın biri gelip ‘Çıkar telefonunu göster’ diye bağıracak, ezberledik artık” dedim. Ümit koluma yapıştı ve “Lütfen sonuna kadar izle, bu farklı” dedi. Bir parça bitter çikolata daha alıp arkasına yaslandı.

“Her gün zam geliyor, maaşımız eriyor, kiralar uçmuş durumda, yakıt, doğalgaz fiyatları uçuyor, biz nasıl geçineceğiz?” diye yakınan biri vardı kadrajda. Tam bu anda, her zaman olduğu gibi gerilerden biri yaklaşıp konuşan adamı itip kadraja girmeyi başarıyordu ve “Çıkar telefonunu göster” diye bağırıyordu. Tam bu sırada konuşan genç telefonunu adamın ağzına sokuyordu.

Donup kaldım ve “Bunu başa alır mısın?” dedim. Ümit kaydı biraz geriye aldı ve dikkatle o anı bir daha inceledim. Adam “Çıkar telefonunu” diyor ve sözünü bitirmeye kalmadan, genç adam elindeki telefonu adamın ağzına sokuyordu.

Ümit bir tiyatro aktörü olarak işsiz kalmanın yarattığı çöküşten, evlerinin bir odasını öğrencilere kiraya vermekten, bir süre için tiyatrodan vazgeçip bir kafe ya da restoranda çalışmayı düşündüğünden söz etmeden önce uzun uzun bu görüntüye güldük. Hüzün detoksu yaptık bir bakıma. Altın Ayı, Cannes hatta Oscar ödüllerindeki en iyi kısa metraj film önerim budur.

Çalışmanın, üretmenin değerinin kalmadığı zamanlarda insanlar oturdukları yerden para kazanmayı takıntı haline getirirler, malum. Şimdi ben de oturduğum yerden para kazanmayı deneyeceğim: Bu metni yazdığım pencerenin tam karşısında bir şarküteri vardı. Pandemi sürecinde iflas eden bu dükkânı altı ay önce, tanınmış bir börek zinciri aldı ve ciddi bir restorasyondan geçirdi. Şu anda bu börekçi de iflas etti ve boşaltıldı. O dükkânın üzerine “Kiralık” yazısı asıldı. Sokağa girdiğinizde hemen karşınıza gelen soldaki emlakçı, bu dükkânı börekçiye kiralamıştı. Kısa bir süre önce o da iflas etti ve kepengin üzerinde kiralık yazısını görebilirsiniz. Onun yanındaki elektrikçi, onun yanındaki kafe de kapandı. Sadece penceremden gördüğüm sekiz dükkândan dördü kepengi indirmiş durumda. Umarım “Çıkar telefonunu göster” diyen yeraltı örgütü üyeleri, ümidini tüketip dükkânlarını kapatan insanların yoluna çıkmaz. Ağızlarına tıkılmış bir cep telefonu bulabilirler çünkü. Fena da olmaz, vücutlarında “akıllı” bir şey taşıma şansı yakalarlar bakarsın!

Yıllar geçecek ve sefaletimiz daha da derinleşecek. Zihnimde iki cümle kalacak bugünlere dair. “Bir daha hesaplar mısınız?” tükenmişliği ve “Çıkar telefonunu göster” terbiyesizliği… Bir doğal afete uğramış insanlara özgü o ürkek, çaresiz bakışlar bir de…

Not: Ağzına cep telefonu tıkılan muhafazakâr, bu yazıyı bitirdiğim zaman bir sokak röportajı verdi ve haksızlık ettiğini itiraf etti. “Telefon teknolojik bir gereklilik, onunla ekonomik durum ölçülmez” yolunda bir şeyler söyledi.

Not: Sokak röportajı yapan birkaç kişi gözaltına alınıp yargılandı ve ev hapsine mahkûm oldu. Bunlardan bazılarının eşleri, sokak röportajlarına devam ediyor.

        Not: Doğalgaz zammı sonrası, ana akım medyada soğuk ortamda oturmanın yararları üzerine “uzman”lar halkı bilgilendiriyor. Aynı performansı elektriksiz ortamda yaşamanın sağlığa katkıları başlığı altında göstermeleri an meselesi. Umarım iş “su kullanmanın yıkıcı etkileri” boyutuna varmadan şu karanlık dönemden çıkarız. Yoksa mağarada yaşamanın erdemleri konulu stüdyo programları sırada.

Benzer İçerikler

Yorum Yaz