Ana Sayfa Yazar Köşesi Jojo Moyes’tan bir Covid-19 öyküsü: Lou Karantinada

Jojo Moyes’tan bir Covid-19 öyküsü: Lou Karantinada

Ekleyen okumakiyigelir

Yeni kitabı “O Yıldızın Altında” ile raflarda yerini alan, Jojo Moyes Covid-19’un etkilerini kalemine taşıyan yazarlardan. Tüm dünyanın karantina şartlarıyla yaşamayı öğrendiği bir süreçte yazdığı “Lou Karantinada” adlı öyküsünde Senden Önce Ben’in sevilen karakterini sevenlere yeni bir macera sunuyor. DEX Kitap’ın okurlarına armağan olarak sunduğu bu öyküyü sizlerle paylaşıyoruz. Jojo Moyes bu kısacık öyküsünde, tümdünyaya aynı korkulardan geçtiğimizi, aynı komik durumlara düştüğümüzü, aynı umutlara bağlandığımızı ve aynı sevgi dolu yüreklere sahip olduğumuzu gösteriyor… (Çeviren: Seyhan Dönmez)

Lou Karantinada

“Louisa. Tenceren nerede? Tencere almamışsın!” Annem kafasını giysi kolilerinden biriyle cebelleşti-

ğim garajdan içeri uzatıp içini çekti. “Şu hale bak. Koli yığınların yüzünden baban çim biçme makinesini ga- rajdan çıkaramıyor.”

Aslında kolileri garaja tıkmadan önce bunu baba- ma söylemiştim ama babam omuz silkip sorun olma- yacağını söylemişti. Küçük bahçemizin bel hizasına gelmiş otlarının arasındaki şezlongunda bir kutu bira daha açtığını zar zor görebiliyordum. “Pek yazık oldu,” diye mırıldanıp birasından bir yudum aldı.

“Adam hayatı boyunca kendini bu karantinaya ha- zırlamış,” dedi annem ben bir koliyi ötekinin üzerine geri koyarken. “Günde on iki saatini yatarak geçirip sadece yemek için mola veriyor. Haydi Bernard! Şak- şaklamaya on dakika kaldı! Kalk artık!”

“Şuna şakşaklama demesene anne. Ayrıca benim de katılmam şart mı? Bu kolileri düzenlemem gerek.”

“Geçen haftaki yapışmaz tava fazla sessizdi. Belki yumurta tavasıyla metal bir servis kaşığı daha iyi olur.

Haydi. Fazla zamanımız yok. İyi misin sen? Biraz sol- gun görünüyorsun. Ateşin mi var?”

“Bir şeyim yok.”

Annem bana şüpheli bir bakış atıp içeri girdi.

Yaklaşık iki ay önceki açık arttırmadan aldığım vintage kıyafetlerle dolu altı kutuya göz gezdirip içimi çektim, gıcırdayan garaj kapısını kapatıp daha fazla ses çıkaracak bir tencere bulmak için içeri girdim.

İngiltere’ye mart ayında gelmiştim, The Bees Kne-

es adındaki vintage kıyafet mağazamın stoğunu yeni- lemek için yılda dört defa İngiltere’ye geliyordum. Ge- nellikle  annemlerde  kalır,  sonraki  hafta  New York’a

uçardım, kıyafetler de ardımdan deniz yoluyla gelirdi. “Tuhaf. Nakliye şirketi yeni mallarımın nakliyesini yapamayacağını söylüyor,” dedim e-postamı kontrol ederken annemle babama. “Bir virüsten falan bahse- diyorlar.”

“Sürekli yeni bir virüs çıkıyor zaten,” dedi babam. “Yakında geçer. Duydum ki bu virüse domuzlar da ya- kalanıyormuş ama onlar paniğe falan kapılmıyor.”

“Sakın bu koli yığınını garajda bırakıp New York’a dönmeye kalkma,” dedi annem.

“Şu kolide Chanel ürünleri var. Onları garaja terk etmektense bir first class biletiyle kendimden önce eve yollarım.”

Biletimde değişiklik yaptırmak için havayolu şirke-

tini aradım, on beş kez aramama rağmen neden kimse telefona bakmıyordu acaba?

Sonra karantina başladı. Ve dünya duruverdi.

Babamın kulüpten arkadaşı Paddy’nin bir tanıdığı- nın tanıdığı devlet hizmetinde çalışıyormuş ve Paddy yasağın en fazla iki-üç hafta süreceğini söylemiş. Vin- tage Clothes Emporium’daki kızları arayıp onlara ma- ğazadaki bölümümü kapatmalarını, yakında döneceği- mi söyledim. Sam’in market ihtiyaçları için bir online servis ayarladım, Sam sağlık çalışanlarının kendilerini ailelerinden izole etmesi gerekeceği için hemen dönme- ye çalışmamın anlamsız olacağını söyledi. “Eğer sadece bir-iki hafta sürecekse ailenle kalman burada tek başı- na olmandan iyidir.”

Dean Martin’i yanımda getirdiğim için mutluydum (yaşlıydı ve onu bir-iki günden fazla yalnız bırakmak- tan hoşlanmıyordum), ben gedikli müşterilerimi ara- yıp mal almak için seyahate çıktığımı ama yakında yeni kıyafetlerle döneceğimi açıklarken Dean Martin ayağımın dibindeki sepetinde horlayarak uyuyordu.

“Tanrım, ne çirkin köpek,” dedi babam hayranlıkla, odaya girip Dean Martin’i her gördüğünde böyle yapar- dı. “Çirkinlik Olimpiyatları’nda tüm altın madalyaları toplardı kesin.”

“Şşş,” dedim Dean Martin’in yumuşacık kulaklarını kapatarak. “Duygularını inciteceksin.”

“O benim duygularımı her osuruşunda incitiyor ama ben yine de şikâyet etmiyorum.”

“Hepimiz osuranın köpek olmadığını biliyoruz Ber-

nard,” dedi annem.

Haftalar geçtikçe ruh halim şuursuzca bir panikten sırasıyla endişeye, huzursuzluğa, öfkeye ve en sonunda da bir tür kabullenmeye evrildi. Kübler-Ross’un yasın evreleri modeli gibiydi ama bunun yanında günde dört

karbonhidrat ağırlıklı öğün yiyordum ve annem iki metreden daha yakınına yanaşan herkese antibakteri- yel sprey sıkıyordu. Evdeyken bile.

Annemle babam başlarda oldukça iyi  gidiyorlar- dı, kaldırımdaki insanlardan kaçınmak  için  esprili bir biçimde sağa sola atlıyorlardı ve artık profesyonel makyaj ekipleri olmadan sunum yapan televizyon yıl- dızlarının uçuk benizleriyle eğleniyorlardı. “Sophie Raworth saçına ne yapmış baksana. Gitgide daha iyi oluyor. Ona hangi bigudilerden verdiklerini öğrenmeyi çok isterdim.”

“Ama hava durumu spikerinin yüzü düpedüz griy- di,” dedi babam annemi onayladıktan sonra. “Yeni par- latılmış bir Thunderbird’e benziyordu.”

Annem ve ben her sabah salonda gülerek, terleye- rek ve sehpaya çarpmamaya çalışarak Joe Wicks’in egzersizlerinden yapıyorduk. Geceleri radyodan res- mi açıklamaları dinleyip homurdanıyorduk ve annem evimize sızmış olabilecek bakterilere bir suikastçının dikkat ve acımasızlığıyla saldırıyordu. Kapı kollarını, perde halkalarını, Dean Martin’in patilerini çamaşır suyuyla siliyor ve günde üç defa hepimizin ateşini öl- çüyordu. Ev daha önce hiç bu kadar temiz olmamıştı. İki kez daha ben uyanmadan yatak çarşaflarımı değiş- tirmeye kalkmıştı.

Ailecek yaptığımız Zoom görüşmelerinde Treena ve ben konuşmaya çalışırken Lila, Treena ve Eddie’nin küçük çocuğu, ekrana ıslak öpücükler konduruyor, an- nem de bilgisayarını ıslak mendille siliyordu. Treena dünya genelinde ölüm ve hastaneye yatırılan hasta sa- yısını günlük olarak karşılaştıran Excel tablolarından bahsediyor ve annemin Facebook’tan öğrendiği komplo

teorileriyle alay ediyordu. “Hayır anne, Derin Devlet virüsü klimalar aracılığıyla yaymadı. Ayrıca hayır, hidrojen peroksitle gargara yapmak iyi bir fikir değil.” O ve Eddie, Thom’a evde eğitim vermeye kendilerini   o kadar kaptırmışlardı ki Thom’un öğretmenleri diğer çocukları geride bıraktıkları için yavaşlamalarını söy- lemek zorunda kalmıştı. Sanırım üç yaşındaki Lila’nın okuma-yazma becerileri babamınkilerden daha geliş- mişti.

Her hafta arabayla süpermarkete gidip kurallara riayet ederek sıraya giriyor, pullarla süslenmiş pembe yüz maskemin altında terliyordum (eski alışkanlıklar zor aşılıyordu). Komşumuz olabileceğinden şüphelen- diğim insanlara başımla selam veriyor ve direkt olarak üstüme yürüyen orta yaşlı adamlardan manyakça bir çarpışan arabalar oyunundaymışım gibi kaçıyordum. Aldığım önemsiz yiyecekleri savaş ganimetleriymiş gibi eve götürüyordum. “Bakın! Gerçek un! Ve York- shire çayı! Son paket buydu, kadının tekini reyondan kaçırmak için gürültüyle öksürmek zorunda kaldım.”

Ve her perşembe kapının önüne çıkıp alkışlayarak tüm komşuların birbirleriyle konuşmasının ne kadar hoş olduğundan bahsediyorduk. Annem bizi dirseğiyle dürterek alkışlamaya zorluyor, ancak ellerimizi yor- gun fok balıkları gibi cansızca çırpacak hale geldiği- mizde bırakıyordu.

“42 numaradaki Siobhan’ın sağlık çalışanlarını des- teklemediğimizi söylemesine dayanamam,” diye tısladı. “Anne. Tencere kapağı çalıyor, Yoğun Bakım kekle-

ri dağıtıyorsun ve giydiğin önlüğe SAĞLIK ÇALIŞAN-

LARINI SEVİYORUM sözlerini işlemişsin. Bence artık anlamışlardır.”

Bunu sekiz perşembe boyunca yapmıştık. Kendime bunun kısa sürecek tuhaf bir dönem olduğunu ve çok geçmeden Sam’i tekrar göreceğimi söylüyordum. Ger- çek hayatım geri gelecekti. Annem ve babamla geçir- diğim fazladan zamanın keyfini çıkarmaya çalışmalıy- dım. Evin osurduğumda babamın alt kattan tezahürat yapmasını sağlayacak kadar küçük olmasını kafaya takmamalıydım. Ama doğruyu söylemek gerekirse her- kese moral vermeye çalışırken zorlanıyordum. Annem- le babam durgunlaşmıştı. Annemle Joe Wicks egzer- sizleri yapmayı da bırakmıştık çünkü artık egzersizleri Joe Wicks’in güzel karısı yapıyordu ve onu izlemek bize kendimizi bir çift patates gibi hissettiriyordu. Babam televizyon izlemekten ya da otların bürüdüğü bahçede şezlongunda yatmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ku- lüpteki arkadaşlarını özlüyordu ama onlarla telefonda ya da bilgisayar aracılığıyla görüşmek istemiyordu, bu yüzden annemin dediği gibi öylece oturup dünyanın ne hale geldiğinden dem vuruyordu.

Dean Martin’i çocukluğumda yürüdüğüm sokaklar- da dolaştırıyordum ve o da bu durumdan benim kadar bıkkın görünüyordu (gerçi bıkkınlıktan başka bir ifade taşıdığını da hiç görmemiştim). Instagram’a girip in- sanların muzlu keklerine, günbatımı resimlerine ve bi- kinili vücutlarına hayranlıkla bakıyordum, yatağımda uzanıp saatin ne ara akşam dört olduğuna hayret edip ister istemez günün kalanının da çabucak geçmesini diliyordum.

Ayrıca her gün Sam’den mesaj gelmiştir diye te- lefonumu yüz elli sekiz defa kontrol ediyordum. Amerika’nın istatistiklerini takip etmeyi takıntı hali- ne getirmiştim. Eğer beni on iki saatte bir aramazsa

Sam’in öldüğüne inanıyordum. Sonunda haberleri din- lemeyi bıraktım çünkü eski hayatıma geri döndüğüm- de karşımda bulacağım dünyadan korkmama sebep oluyordu. Bazı günler sadece Sam’le konuşabildiğim anlar için yaşıyordum sanki.

Seni özlüyorum. Seni özlüyorum.

Ben de seni özlüyorum.

Bazen birbirimize söylediğimiz tek şey buymuş gi- biydi.

Sam’i o kadar çok özlüyordum ki sanki hayati or- ganlarımdan birini çıkarıp almışlardı. Gözlerimi kapa-

tınca yanında uzanmanın, başımı göğsüne yaslamanın, bacağımı onunkinin üstüne atmanın nasıl hissettirdi- ğini hatırlıyordum. Kolunu bedenime dolayıp beni ken- dine çekişini. Columbus Circle’daki küçük restoranda kahvaltı yaptığımız pazar sabahlarımızı, dışarıdan ye- mek söylediğimiz cuma gecelerini ve Prospect Park’taki botanik bahçesi yürüyüşlerimizi özlüyordum. Yaptığı- mız aptalca şakaları, kirli sepetinde birbirine dolanmış kıyafetlerimizi ve nöbeti erken bitince Sam’in motosik- letiyle gelip mağazanın dışında beni beklemesini özlü- yordum.

Her sabah uyandığımda bir anlığına ona uzanıyor- dum, yanımda olmadığını fark ettiğimde sanki önüm- de güne başlamak için üzerinden atlamam gereken bir uçurum oluşuyordu.

“Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi,” demiştim son ko- nuşmamızda. Ona anlatacak pek bir şeyim yoktu. O ise bana anlatabileceklerini –acil durum çağrılarını, sü- rekli koruyucu kıyafet değiştirmeyi, yorgunluğu, ölü- mü, oksijeni, sirenleri, sirenleri, sirenleri– anlatmak

istemiyordu. “Dağcılar ne der bilir misin?” dedi bir an duraksadıktan sonra. “Yukarı bakma. Sadece ayakları- na bak. Adım adım ilerleyeceğiz, Lou. Düze çıktığımız- dan emin olana kadar.”

Nasıl hissettiğimden yakınmamaya çalıştım. Sam her gün yaşam ve ölümle baş etmeye çalışıyordu. Ben- se babamın ocağın üstündeki dolaba koyduğum çikola- talı Hobnobs bisküvileri yemesiyle baş etmeye çalışı- yordum.

“Kendine iyi bak,” diye fısıldadım ve Sam’in telefo- nu her kapatışında batıl inanç gibi bu sözlerini tekrar- lar oldum.

Dokuzuncu hafta Vintage Clothes Emporium’dan Lydia’nın gönderdiği bir e-posta aldım. Bana elbise fa- lan soracak sanmıştım –birbirimizin kıyafetlerinden sıkça satardık– ama bu e-posta alışılmadık şekilde hü- zünlüydü.

Dükkân sahibi kirayı aşağı çekemeyeceğini söylüyor. Günlerdir konuşuyoruz ama anlaşılan kapatmak zorunda kalacağız. En iyisi online satış yapmak. Gerçekten üzgünüm ama başka seçeneğimiz yok. Zaten önceden de zor idare ediyorduk.

Belki birlikte internet üzerinden bir şeyler yapabiliriz.

Kendine iyi bak hayatım. Seni özlüyoruz. Lydia xxx

E-postayı iki defa okudum, haftalardır bu günün gelmesinden korktuğum halde yine de inanamıyor-

dum. Oturup başımı ellerimin arasına aldım, Lydia’nın yazdıkları beynimde yankılanıyordu.

Demek buraya kadardı. İşimi kaybetmiştim. İki maaş olmadan oturduğumuz dairenin kirasını ödeye- mezdik. Hedeflediğim her şey, beş yıldır harcadığım

tüm emekler mahvolup gidiyordu.

“İyi misin canım?” dedi annem aşağı indiğimde. “Çok solgun görünüyorsun.”

Hemen elini alnıma koydu. Artık evdeki kuruntu delice seviyelere ulaşmıştı. Öksürmek, hapşırmak ya da herhangi bir yorgunluk belirtisi göstermek aileden

en az birinin: COVID! diye bağırarak güvenli mesafeye

çekilmesine sebep oluyordu. En kötüsü de semptomları hayal gücünüzle abartmanızdı. Hasta hissediyor muy- dum? Kesinlikle hasta hissediyordum. Ciğerlerim mi

ağrıyordu yoksa?

“Sadece yorgunum,” dedim ve masaya oturdum. Gerçekten de yorgundum. Hem de daha önce hiç olma- dığım kadar. Bu konuda bir makale okumuştum: anla- şılan bir pandeminin ortasında olmak amigdalanın bir ayıdan kaçmak istemenize yol açan bölümünü harekete geçiriyormuş. Ayıyı göremeyince zavallı beyniniz daha da yoruluyormuş. Bunu önceki gün Zoom çağrısında Treena’ya açıklamaya çalışmıştım ve Treena da bana ayı falan olmadığını, hatta büyük ihtimalle benim bir amigdaladan yoksun olduğumu söylemişti, ben de ona bir binadan düşüp hayatta kaldığımı hatırlatmak zo- runda kalıp çenesini kapatmasını söylemiştim, sonra annem araya girip: kaç yaşındasınız siz, on iki mi? diye sormuştu.

Ona gerçeği söylemeye içim elvermemişti.

“Sadece pek iyi uyuyamıyorum. Endişelenecek bir

şey yok,” dedim. Annem bana annelerin söylediğinizin tek kelimesine bile inanmadıkları ve televizyonda Loo- se Women başlamak üzere olmadığında sizi sıkıştırma- yı planladıkları zaman attıkları o bakışı attı, sonra fa- raşla fırçayı çamaşır suyuna daldırma işine geri döndü.

O gece Skype’tan Sam’e haberi verdim. Tüm günü- nü kötü haberlerle cebelleşerek geçirdiğini bildiğim için ona kötü haber vermek hiç hoşuma gitmiyordu.

“Eh… belki başka bir outlet bulabilirsin,” dedi yü-

zünü sıvazlayarak. Bitkin görünüyordu. “Manhattan’da mı? Zaten bu olanlardan sonra kim

başkasının kıyafetlerini giymek ister ki? Herkeste mikrop fobisi başlayacak. Kesin kiraya vereceğim tüm giysileri kaynatarak yıkamam gerektiğine dair yeni bir yönetmelik çıkar.”

“Hiç belli olmaz.”

“Dairenin kirasını nasıl ödeyeceğiz peki?” “Birikmiş paramız var.”

“Ama yetmez ki.”

“Bunun hakkında tekrar bir araya geldiğimizde mi endişelensek?..”

“Özür dilerim. Sadece… üzülüyorum sanırım. Sanki her şeyin sonu geliyor ve kaybettiklerime veda etme fırsatım bile olmadı.”

“Her şeyin sonu gelmedi. İkimiz de iyiyiz, değil mi?

Baksana, belki bu bizi bazı kararlar vermeye iter.” Endişeli görünüyor olmalıydım.

“Her şey değişiyor, Lou. Belki bizim de değişme vaktimiz gelmiştir.”

Kız kardeşime göre Sam ve ben birinci sınıf karar-

sızlardık. Her şeyi ertelerdik. Zaman zaman İngiltere’ye

geri dönmekten bahsederdik – ailelerimizi özlüyorduk ve Sam kendi evinde yaşamak istiyordu, minicik pahalı bir apartman dairesinde değil. Ama bir türlü kendimizi taşınmaya ikna edemiyorduk. Bir aile kurmak hakkın- da konuşmuştuk –Eddie’yi Lila’ya hamile görmek beni düşüncelere boğmuştu ve babamın da (gereğinden fazla sık) dediği gibi yaşım ilerliyordu. Annem, babam ve ben ekrandan çocukların Treena ve Eddie’nin arkasında ko- şuşmasını izlerdik ve annem duygulanarak çocukluğu- nu özlediğinden bahsederdi, içten içe üzülerek Sam’den ayrı geçirdiğim her ay şansımı kaçırdığımı düşünürdüm. Geri döndüğüm zaman bu konuyu konuşmaya karar ver- miştik. Ya da Sam vardiyalarından daha az yorgun dön- düğünde. Boş zaman yaratıp, oturup her şeyi çözecektik. Ama her şeyi, yaşadığımız yeri, evlenip evlenmeyece- ğimizi, iş konusundaki planlarımı değiştirebilecek bir konuşma yapmamız gerekince ikimiz de yeterince hazır

–ya da yetişkin gibi– hissedip de konuyu açamıyorduk.

Aslını isterseniz, Sam’den başka ne istediğimden bile emin değildim.

“Ben dönünce,” dedim.

“Yani şimdi de konuşabiliriz ama…” “Yorgunsun. Şimdi sırası değil.”

Sam gözlerini sildi, keşke onu kendime çekebilsey-

dim diye düşündüm. “Seni özlüyorum.”

“Ben seni daha çok özlüyorum.” “Bu imkânsız.”

Gülümsedi, bana her gülümsediğinde olduğu gibi bir anlığına kendimi daha iyi hissettim. Ama Sam gö- rüşmeyi sonlandırınca gözlerimin yaşlarla dolu oldu- ğunun farkına vardım.

Onu gördüğümde süpermarketin dışında sıra bekli- yordum. Bantlarla çekilmiş iki metre aralıklı çizgileri- mizde duruyor, çizgilerde tek tek ilerleyip ayağını faz- la ileri atan herkese maskelerimizin ardından dik dik bakıyorduk sonra üç çizgi gerideki adamın bana tanı- dık geldiğini fark ettim. Koca göbeği eşofman altından pörtlemiş, vücudunun üst kısmı üçlü bir bebek araba- sının üzerine bitkin bir halde eğilmişti, arabadaki üç bebek cıyaklayarak yarı dolu süt şişelerini birbirlerine doğru sallıyorlardı.

Ben gözümü kısmış bakarken adam maskesini in- dirdi.

“…Patrick?” deyip bakakaldım.

“Lou!” Arkamızdaki iki kişi sanki konuştukça mik- rop saçıyormuşuz gibi geri çekildi.

“Sen… şey görünüyorsun… vay canına. Çocuklar… senin mi?”

Gülümsedi. “Evet! Üçü de! Baba olmak… harika. Tam olarak… harika. Hayatımda yaptığım en iyi şey. Anneleri bu akşamüstü biraz dinlensin diye onları markete getireyim dedim.”

“Çocukları markete almadıklarını sanıyordum.” “Onları dışarıda bırakıyorum. Kimse almaz nasıl

olsa.”

Çocuklarına bir göz attıktan sonra adeta kendi ken- dine söylüyormuş gibi bir kez daha, “Evet. Kimse onla- rı almaz,” dedi.

“Harika! Annenle baban nasıl?”

“İyiler,” dedi gözlerini ovuşturarak. “Herkes iyi. Hayat süper gidiyor. Yalnız idman yapmaya pek vakit ayıramadığımdan bu aralar pek formda değilim. Ama yakında yine eski Iron Man formuma geri döneceğim.”

“Tabii.”

Göbeğine bakmamaya özen gösteriyordum. Bir za- manlar birbirine bağlanmış olan, şimdi ise eskiden onları birbirine bağlayan şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamayan iki insan gibi bir an birbirimize baktık.

“Ee… hâlâ New York’ta mı yaşıyorsun?”

“Evet. Karantina bitene kadar buradayım, sonra…” “… doğru uçağa.”

“Evet.”

“Evet. Acayip zamanlar… acayip  zamanlar.” Mesele                   sadece     Patrick’e      benzememesi     değildi.

Patrick’i yemiş birine benzemesiydi. Eski nişanlımın bu yeni versiyonuna uyum sağlamaya çalışıyordum ki Patrick şöyle dedi:

“Bay Traynor’a çok yazık oldu.” Başımı kaldırdım.

“Duymadın mı? Öldü. Geçen hafta sonu.” Her şey duruverdi.

“Ne dedin sen?” “Bay Traynor.”

Kulaklarımdaki çınlamadan hiçbir şey duyamaz ol-

muştum.

“Will’in babası, biliyorsun.”

Boş boş bakmaya devam ettiğimi  görünce  ekle-  di: “Gazetede gördüm. Covid. Hem haberler kısmın- da hem de sondaki ilanlar kısmında çıkmış. Stortfold Recorder’ın son baskısında.”

“Ama… onun çocuğu vardı.”

“Altı yaşında. Biliyorum. Gerçekten çok üzücü. Ama yaşlıydı. Daha iyi korunması gerekirdi.”

Patrick başka bir söyleyemeden dönüp uzaklaştım. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim başı-

mın dönüp midemin bulandığı ve kuyruktan çıkmam gerektiğiydi. Otoparkta yürürken Patrick’in arkam- dan, “Seni görmek güzeldi!” diye bağırdığını zar zor duyabildim.

Bay Traynor Covid’den ölen ilk tanıdığımdı. O za- mana kadar virüs soyut bir şeydi, ufukta beliren bula- nık bir canavar gibiydi. Peki ya Bay Traynor? Evinde çalışmaya başladığım zaman bana ne kadar iyi davran- dığını düşündüm. Will’e karşı da ne kadar yumuşak ve sevecendi. Boşanmış olmalarına rağmen Bayan Tray- nor için büyük üzüntü duyuyordum. Lily’yi düşündüm. Bu yıl çok az konuşmuştuk ve şimdi kendimi korkunç hissediyordum. Babasıyla arasında kalan son bağlar- dan biri gitmişti.

Bu şey gerçekti. Her şey değişmişti.

O akşam üç kez Sam’i aradım, telefon açılmayınca içimde kabaran panik duygusunu yatıştırmaya çalış-

tım. Küveti doldurup annemle babam duymasın diye muslukları açık bırakarak ağladım. Birdenbire altüst oluvermiştim, sanki hayatımdaki tüm güzellikler, asla kaybetmeyeceğimi zannettiğim şeyler sabun köpüğü gibi yok oluyordu. Kafamı suyun altına sokup ilk kez hayatımın –hepimizin hayatının– bir daha eskisi gibi olup olmayacağını düşündüm.

Üzerime kara bulutlar çökmüştü, bir türlü kendimi toparlayamıyordum. İnsanların acısına dayanamadı- ğımdan haber bültenlerini dinlemeyi bıraktım. Odama saklanıp Dean Martin’e sarılarak tortop oldum, her şey bitene kadar yatıp uyuyabilsem keşke diye düşünüyor-

dum. İşle ilgili e-postalar geliyordu ama benim cevap yazacak enerjim yoktu. Bir daha asla kızlarla birlik-   te Emporium’da olamayabileceğim gerçeği geçiyordu aklımdan, bir Ossie Clarke tulumun dikişlerine olan hayranlığımı belirtemeyecek ya da hâlâ içinde 1970’le- rin Afganlarından biri varmış gibi kokan 1970’lerden kalma bir Afgan kabanının modelliğini yapamayacak- tım. O rüya gibi hayatımın yasını tutuyordum. Her şey mahvolmuştu. Hayatım heba olup gitmişti.

Annem oflayıp poflayarak odamın önünden geçince bu evde kimseye fark ettirmeden bir şey yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu düşünüp sinirlendim. Endi- şeden ve mayalı ekmekten geçilmeyen sosyal medya- ya bakmayı da bıraktım. Treena birkaç kez mesaj atıp annemin benim için kaygılandığını söyledi. Annem de bana çay getirip benim için endişelenen Treena’yı ara- mamı söyledi. Babam kapıyı tıklatıp Hobnobs bisküvi- lerden kaldı mı diye sordu. “Markete kendim gitmek istemiyorum. Beni aşırı geriyor.”

Sam iki kez mesaj attı.

Özür dilerim.

Burada durumlar kötü. İlk fırsatta arayacağım. Seni seviyorum xx

Tipini unutmaya başladığımdan korkarak telefo- numda Sam’in fotoğraflarına baktım, ikimizin bam- başka bir dünyada gülerkenki fotoğraflarına. En ka- ramsar anlarımda onu bir daha görüp göremeyeceğimi bile merak eder olmuştum. Ya hastalığa yakalanıp ora- da ölürse, herkesten uzakta, maskeli yüzler ve koruyu-

cu siperliklerle çevrilmiş olarak? Sam kendinden önce başkalarının güvenliğini düşünürdü. Başkasına kendi maskesini verecek, yardım etmek için enfekte olmuş birini tutacak türden bir insandı. Keşke virüs kapan ve birkaç gün içinde ölen sağlıklı insanlarla ilgili haberle- ri hiç okumasaydım. Bunu düşününce midem bulanı- yordu, dizlerimi göğsüme doğru çekip gözlerimi sımsıkı kapatıyordum. Sonra da yine uyuyakalıyordum.

Bu tuhaf, amaçsız günlerin birinde annem kucağın- da bir yığın çamaşırla ayaklarını yere vura vura oda- ma girdi, çamaşırları şifonyerimin üstüne bırakıp bana döndü:

“Hadi bakalım. Kalkma vakti geldi.” Yorganı kafama çekip mırıldandım. “Kalkamam. İyi değilim.”

“Hayır. Biraz keyifsizsin o kadar. Arada fark var.” “Çok yorgunum.”

“Kalk hadi. Perşembe akşamındayız. Şakşaklama zamanı geldi.”

“Ah Tanrım. Anne komşuların ne düşündüğü umu-

rumda değil.” Annemle babam gerçekten sinirlerimi bozmaya başlıyordu.

Annem perdelerimi açıp kaşlarını çatarak  komodi-

nin üstünde birikmiş kahve kupalarına baktı. “Komşularla  ilgisi  yok.  Orada  uğraşan   insanlara

destek olmak için yapıyoruz bunu. Senin Sam gibi in-

sanlara. Bizden kıçımızın üstüne oturmamız dışında fazla bir şey beklenmiyor. Hadi. Kalk bakalım.”

Yapamam…” Ağlamaya başladım. “İşim battı. Kız-

lar kirayı ödeyemiyor. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Her şey bitti anne. Her şey.”

Annem yatağımın ayak ucunda durup ağlamayı

kesmemi bekledi. Ama kendimi tutamıyordum. Bana neler oluyordu anlamıyordum.

“Üzgünüm canım,” dedi sonunda. “Gerçekten zor. O işin senin için ne anlama geldiğini biliyorum.” Derin derin içini çekti. “Bu şey çoğu insan için felaket oldu.”

Uzanıp elimi tuttu, ben de annemin elini sıkıca tut-

tum. Sonra ben burnumu çekerken annem yorganı üs- tümden çekip yere attı. “Şimdi kalk bakalım. Hafif bir ruj sür, yanaklarına da biraz allık, saçlarını taramayı da unutma. Perişan görünüyorsun.”

Sekize bir dakika kala dışarı çıktım, alışık olmadı- ğım gün ışığı gözlerimi kamaştırdı. Annem ön kapıda durdu, babamla ben de annemin arkasından uyuşuk uyuşuk alkışladık. Annem özenle temizlediği bakır tencereye bir spatulayla vururken (“Carole’ın bulaşık teli kullanmayı bile bilmediğimi söylemesine göz yu- mamam”) Dean Martin de her perşembe olduğu gibi etrafını saran bu beklenmedik gürültüler yüzünden havlıyordu.

Birden tüm bunlar bana çok anlamsız geldi. Sosyal medyada hava atmak dışında kimin umurundaydı ki? Alkışları, kornaları, tencere-tava seslerini ve Bayan Fitzwilliam’ın biri YouTube’a koyar umuduyla binanın önünde çaldığı gaydayı dinlerken orada daha ne kadar dikilmem gerektiğini anlamak için çaktırmadan saati- me bakıyordum.

Sonra çocukları fark ettim.

Bizim sokakta çocuk olduğunu bile unutmuştum. Bu- günlerde hiçbiri dışarıda oynamıyordu. Ne kapımızdan geçen scooter’lar vardı ne de küçük ön bahçemize futbol topları kaçıyordu. Haftalardır sokakta oynayan yoktu.

Çocuklardan ikisi karşı taraftaki evin ön bahçesin- deydi, solgun ve bitkin görünüyorlar, endişeli yüzlerle anne babalarının yüzüne bakıyorlardı. Çocukların ben- den de üzgün göründüğünü fark ettim.

Annem de bakışlarımı takip etti. “Zavallı yavrucak-

lar. Çok sıkılmış olmalılar. Çoğumuzun bahçesi avuç içi kadar. Apartmanda yaşayan çocuklar ondan bile yoksun ya.”

Kapımızı  kapattığımızda  da  çocukların yüzleri ak-

lımdan çıkmadı. O akşam kanepede annemle babamın arasına sıkışıp Gogglebox’ta televizyon izleyen insanla- rı izleyen aileleri izledim ve yedi yaşında olup da günün

23 saatini dört duvar arasında geçirmenin nasıl bir şey olduğunu düşündüm. Aylarca. Biz çocukken yarı yaba- ni bir çete gibi bisikletle ya da yürüyerek sokaklarda dolaşır, eşek arılarının yuva yaptığı çalılara elimizi sokmak ya da garaj çatısından atlamak için birbirimi- zi kışkırtırdık. Çocukluğuma dair en çok hatırladığım şey özgürlüktü. Seni bir tutsak gibi eve hapseden ve onlara sarılmaya kalkarsan büyükannenle büyükba- banı öldürmekle tehdit eden şekli şemali belirsiz bir canavar değil.

O gece uyuyamadım. Biri çeyrek geçe sabahlığıma sarınıp garaja gittim. Sokak o kadar sessizdi ki kuş- ların ağaçlarda çıkardığı hışırtıları duyabiliyordunuz. Garaj kapısını zorlukla kaldırdım, floresan ışığı yak- tıktan sonra artık işime yaramayacak olan vintage kı- yafetlerle dolu altı devasa koliye bakarak düşünmeye başladım.

Ertesi gün sokağın Whatsapp grubunda bir şey pay- laştım (grup aslında hastalığa karşı savunmasız olan- ların alışveriş ihtiyacını karşılamak için kurulmuştu

ama şimdi daha çok park ve gürültü hakkında edilen şikayetlerle ve kimin kimi arka bahçesinde ağırladığı- na dair ifşalarla doluydu.)

“En sevdiğiniz televizyon ya da masal kahramanını ve kaç yaşında olduğunuzu yazın, ben de size gelecek hafta sağlık çalışanlarını alkışlarken giymeniz için bir kostüm yapayım. Para gerekmez.

Louisa Clark, Renfrew Yolu 17 (The Bees Knees Clothes Agency)”

İlk gün hiçbir şey olmadı. İnsanlar bir bit yeniği ol-

duğunu mu düşünmüştü, yoksa bende mi bir tuhaflık vardı anlamamıştım. Saat altıda telefonumun What- sapp bildirimi öttü.

“Merhaba karşıdaki evde oturan bayan, Karlar Ülkesi’ndeki Prenses Elsa olmak istiyorum. Sekiz yaşındayım. Kardeşim de Wally Nerede’yi seviyor. Beş yaşında. Michelle Rodman. No 14.”

“Anne? Michelle Rodman’ı tanıyor musun?” “Aaa evet, şu tatlı kız. Harika kızıl saçları olan.”

“Prenses olmak istiyor. Ona bir kostüm yapacağım.” “Ne kadar güzel.” Annem bir an kaşlarını çattı. “Yalnız… boğazına düşkün bir kızdır. Kostüm küçük

gelmesin de…” “Anladım.”

Sokağı geçip 14 numaralı evin bahçesine yürüdüm, zili çaldım, Michelle Rodman’ın annesinden beden öl- çüsünü   anlayabilmem   için   kızının   cama çıkmasını

istedim. Kız pencerede durup bana utangaç utangaç gülümsedi, sonra kardeşi zıplayıp bana dil çıkardı, baş- parmağımı yukarı kaldırıp tamamdır diyerek ayrıldım.

Kostümü hazırlamam bir öğleden sonramı aldı. Garaj- daki iki giysi kutusunu karıştırıp açık mavi satenden bir sabahlık buldum ve sabahlığı parlak dantelden yapılmış bir tül perdeyle kapladım. Wally Nerede biraz daha zor- layıcıydı ama çizgili bir tişörtü yanlardan kırparak onu da hallettim. Bir yumak yün ve bir parça karton kullana- rak ponpon yapıp Thom’un eski yün şapkalarından birine diktim. Kostümleri gösterince annem ellerini çırptı.

“Bunlara bayılacaklar Louisa. İğne iplikle gerçek- ten harikalar yaratıyorsun.”

Daha da önemlisi bütün bir gün hiç anlamadan ge-

çivermişti. Kendimi yaptığım işe o kadar kaptırmıştım ki hayatımın geri kalanı için endişelenecek vaktim ol- mamıştı. O gece tam on buçuk saatlik bir uyku çektim.

Ertesi gün 27 numaradan bir mesaj geldi.

“Benim için bir kostüm yapar mısınız? Yaşım 9 ve Lord Voldemort olmak istiyorum.”

Ondan kolay ne vardı? Eski püskü koyu yeşil bir pijama vardı, kenarlarını bastırıp bir de yaka ekledim. Yüz makyajı daha zor olacaktı ama çocuğun burnunu nasıl yok edeceklerini bulma işini annesiyle babasına

bıraktım. Bundan sonra istekler birbiri ardından gel-

meye başladı. Pippi Uzunçorap, Ru Paul, Küçük De- nizkızı (saçları için bir saç bandının kenarına turuncu ipler diktim) ve His Dark Materials’den Lyra kostümü yaptım. Gün içinde bir işle meşgul olmak iyi geliyordu,

bir görevim olduğunu bilerek uyanıyordum ve sonunda bir şey başarmışım gibi hissediyordum. Annem dikiş makinesini çıkarıp bana yardım etmeye başladı, Harry

Potter için bir atkı ördü, Batman için eski taytları ayık-

ladı. Wee Willie Winkie yapmamız için büyükbabamın eski bir gece entarisini buldu, ikimiz birlikte açık çek-

mecenin önünde durup annemin elindeki yumuşak ku- maşlı entariye baktık.

“Burada olup bunu görmediğine memnunum,” dedi annem entariyi yavaşça katlarken.

“Ben de.”

Anneme çabucak sarılırken birden başka bir insan- la bu kadar yakın olmanın bana böylesine tuhaf gelme- sine şaşırdım.

Perşembe sabahı annemle birlikte Renfrew Yolu’ndan yürüyüp kıyafet isteyenlerin paketlerini evlerinin önüne bıraktık, paketleri bıraktığımızı haber vermek için de ka- pılarını çaldık. Sonra akşamı bekledik.

Sekize beş kala annem en iyi tavasını ve en kötü tah- ta kaşığını (“bunları kırıp duruyorum”) aldıktan sonra kapıya çıktık. Babam birasını yolun karşısındaki kom- şusuna doğru kaldırdı. Birkaçımız selamlaşma niyetine bir şeyler mırıldanıp alçak sesle kimin kilo aldığı ya da kimin saçlarının kendisine hiç yakışmayan bir biçimde kesildiği üzerine yorumlar yaptık. Bir zamanlar AC/ DC’de bas gitar çaldığını iddia eden Sid gitarını havaya kaldırdıysa da herkes “Hayııııır Sid” diye bağırınca tek- rar evine girdi. İnsanların küresel bir pandemiyle uğra- şırken bir de “Smoke on the Water”ın bir başka icrasına katlanmak zorunda kalması hiç adil olmazdı doğrusu.

“Kostümleri giymemişler,” dedim üzgün üzgün et- rafıma bakınarak.

“Daha herkes dışarı çıkmadı tatlım,” dedi babam. “Belki daha beş çaylarını bitirmemişlerdir.”

“Akşamın sekizinde mi? Biz diğer Avrupalılar gibi değiliz,” dedi annem.

Sonra ilk alkış sesleri sokakta çınlamaya başlarken

Lord Voldemort göründü. Annesiyle babası yüz hatla- rını bulanıklaştırmak için çocuğun yüzüne açık renk bir çorap geçirmişlerdi ve kabul etmeliyim ki gerçek- ten tüyler ürpertici olmuştu. Çocuğa el sallayıp şevkle alkışlamaya başladık. Sonra da Lyra annesiyle baba- sının önüne çıktı, omzunda peluş bir susamuru vardı. Çocuklar evlerinin bahçe kapılarına doğru koşarken bağırarak birbirlerine kılığına girdikleri karakterlerin isimlerini söylüyorlar ve kostümlerini gösteriyorlardı. Komşular tencere tava çınlamaları arasında bağırarak birbirlerine seslenmeye başladılar. Pippi Uzunçorap. Wally Nerede. Ayı Paddington.

“Bu nedir böyle?”

“Karakter kostümleri. Çocukları biraz neşelendir- mek için.”

“Güzel Prenses Anna!” “O Elsa.”

“Öf,” diye söylendi babam. “Ben bile Elsa’larla An-

na’ları ayırt edebiliyorum.”

Seslenenlere karşılık vermeyen çocuklar ana baba- larına bir şeyler mırıldanmaya başladılar. İçlerinden birkaçı bana doğru bakıp parmağıyla beni işaret etti. Pippi’nin annesi bize doğru gelip olması gerektiği gibi iki metre uzağımızda durdu. “Kostümünü çok sevdi,” dedi. “Yatarken de giymek istiyor hatta. Teşekkür ede- rim. Bu onu gerçekten çok mutlu etti.”

Kız utangaç utangaç bana baktı.

“Rica ederim,” dedim. “Harika görünüyorsun.”

Pippi bana sarılmaya geliyordu ki annesi hemen onu yakalayıp durduruverdi, biz de durup ne yapacağı- mızı bilemeden öylece birbirimize gülümsedik. Pande- mi kuralları.

O gece Sam’le konuştum. Ona güzel bir şeyler an- latmak istiyordum. Beni Skype üzerinden arıyordu, nöbetten yeni gelmişti, düşmüş omuzlarına ve kafa- sının arkasından görünen ve üzerinde artık gideme- yeceğimiz dişçi randevusu notlarının, iptal edilmiş Central Park konseri biletlerinin ve birlikte çekilmiş fotoğraflarımızın bulunduğu mantar panomuza ba- kınca orada, Sam’in yanında olma isteğim o kadar büyüdü ki kendimi laptop’ımın ekranına yapışmamak için zor tuttum.

“Harika,” dedi Sam. Gülümsedi ama gözleri kan ça- nağı gibiydi ve burnunun etrafında da sürekli taktığı maskenin izleri vardı.

“Önümüzdeki hafta da yetişkinler için yapacağım.” “Kendini fazla yorma,” dedi Sam. “Sanki… bitkin

gibisin.”

“Ben iyiyim.”

“Geçen akşam benimle konuşurken uyuyakalan kimdi peki?”

Uyandığımda kafam masanın üstündeydi ve kar-

şımdaki ekranda da dairemizin duvarı görünüyordu. Sam ekrana dayadığı kâğıda şunları yazmıştı: işe gidi– yorum. Seni seviyorum xxx

“Bugün durum nasıldı?”

Sam bir an gözlerini yere indirdikten sonra başını iki yana salladı.

“Pek iyi sayılmaz.”

Bu üç kelimenin arkasındaki acıyla kaplı dünyayı düşünerek sessizce oturduk.

“Lütfen kendine dikkat et.”

“Tamam.” Gülümsemeye çalıştı. “Ediyorum zaten. Bütün sokağa kendi diktiğin kostümleri giydirmen ne

kadar güzel. Bana bu şeyin dışında da bir hayat oldu- ğunu hatırlatıyor.”

“Onca kıyafet bir işe yaramış olsun bari,” dedim üzüntümü sesime yansıtmamaya çalışarak.

Ona beni ayakta tutan tek şeyin dikiş makinesiyle çalışmak olduğunu söylemedim. Dikişle uğraşmadığım anlarda ya yorgunluktan inlediğimi ya da korkudan midemin bulandığını da söylemedim. Bakışlarını yerde

tutmaya devam et dedim kendi kendime, sonra ona gü-

lümsedim, kocaman ve cesaret verici bir gülümsemey- di bu, sonra da görüşmeyi sonlandırdık.

Annemle birlikte garajdaki kutuları karıştırıp 1940 ve 50’lere ait bulabildiğimiz bütün kıyafetleri topladık. Aslında zafer günü kostümleri yapmayı planlamıştık ama takım ve elbiselerin çoğunun beli günümüz ölçüle- rine göre hayli dardı. Annem bir döpiyesi havaya kaldı- rarak, “Buraya birkaç parça kumaş ekleyebiliriz,” dedi. “Düğmeleri iptal edip genişletiriz.”

“Dikişler dayanır mı bilmiyorum. Başka ne yapabi- liriz?”

O akşam Treena ile Zoom görüşmesi yaparken, “Masal kahramanlarının yetişkinlerde işe yarayacağı- nı sanmıyorum,” dedi annem.

“Ama fahişe ya da papaz gibi giyinsinler istemiyo- ruz. Ya da Vahşi Batı kostümleri. Ya da insanlar genel- de başka ne kostümü giyiyorsa. Genellikle açık saçık şeyler oluyor, değil mi?”

“Babam ne giyecek?” diye sordu Treena.

“Babanın bir şey giyeceği yok. Onu kapının eşiğine zor çıkarıyorum.”

Treena’nın yüzü düşünceli bir ifadeye büründü. Ne

zaman bu ifadeyi takınsa babam onun yumurtlamaya çalıştığını söylerdi. “Alkışlar sağlık çalışanlarının kah- ramanlıkları için, değil mi?” dedi Treena. “Öyleyse on- lar da kendi kahramanları gibi giyinsinler.”

Bu kez mesajıma öyle çok yanıt geldi ki annem ve ben yetişemez olduk. İki Malala, bir Kenny Dalglish, bir Churchill ve bir David Bowie’miz vardı. Bir Stirling Moss ve bir Prince’in ardından 43 numarada oturan adamın donla çekilmiş bir fotoğrafı geldi, adam hemen fotoğrafı aslında Weight Watchers’a* göndereceğini ve yanlışlıkla yolladığını belirtip özür diledi.

“Weight Watchers’a yollayacakmış, hadi oradan,” dedi babam.

Bu kez bütün mahalle kostüm etkinliğine katılmak istiyordu. Annem süt almak için köşedeki dükkâna git- tiğinde iki kişi beden ölçülerine bakması için onu dur- durmuş, bazıları da tavan arasında ya da  dolaplarının

arka tarafında buldukları aksesuarlardan bahsetmişti. Güzel sanatlar okulundan eve gelmiş Melanie adında bir kız da Whatsapp grubunda akşam fotoğraf çektir- mek isteyen kimse olup olmadığını sordu, sonradan hayatımızın bu tuhaf dönemini anmak için fotoğrafları belediye binasına asmanın iyi bir fikir olduğunu söy- ledi. İsteklerini yerine getiremeyeceğim iki komşuyla uğraşmam gerekti (“Elimde hiç on sekizinci yüzyıl balo elbisesi yok. Ve hayır, nasıl Brad Pitt kostümü yapıla- cağını gerçekten bilemiyorum.”) Perşembe günü yak- laşırken herkes büyük bir beklenti içindeydi. Annem- le birlikte gece gündüz çalışıyorduk, kıyafetleri kesip biçiyor yeniden dikiyorduk, hatta iki sefer kumaş bo-

* Kilo verme konusunda destek sunan uluslararası bir organizasyon.

yamak zorunda bile kaldık. Hükümetin resmi açıkla- maları bile şevkimizi kıramadı. Annem babamın her zamanki gibi, “öf kapa çeneni seni oksijen israfı!” yo- rumuna evet, aynen diye karşılık verecek enerjisi bile kalmamıştı.

Perşembe öğleden sonra işimiz bitti. Mutfak ma- sasında oturuyorduk, her tarafımız atıl kumaş parça- larıyla, bozuk fermuarlarla ve değerli mal stoğumdan geriye kalanlarla çevriliydi. Annem son kıyafet çıkınını da bir kurdeleyle bağladıktan sonra arkamıza yaslanıp birbirimize bakarak derin bir nefes aldık.

“Sence beğenecekler mi?”

“Hiç umurumda değil Louisa. Biz ne söz verdiysek yaptık.” Annem saçlarını yüzünden geriye itip saatine baktı. “Baban nerede? Yarım saat önce bize çay yapma- sını istemiştim.”

Gözlerimi kapadım, sonra fark ettim ki gözlerimi kapalı tutarsam büyük ihtimalle uyuyakalıp saat se- kizdeki alkış faslını kaçıracağım. Hayatımda hiç bu kadar yorulmuş muydum acaba? Gözlerimi açtığımda annem bana bakıyordu.

“Şu haline bak. Dün gece kaça kadar dikiş diktin?” “İkiye çeyrek kala bıraktım sanırım.”

“Hastalık belirtisi var mı? Biliyorsun ki yorgunluk da belirtilerden…”

“Geç yattım hepsi bu anne.” Annem başını iki yana salladı.

Bernard?” Ayağa kalkıp başını kapıdan uzattı.

“Bernard? Of bıktım bu adamdan.” “Tamam anne. Çayı ben yaparım.”

Ama annemin yanakları alışılmadık şekilde kızar-

mıştı. “Hayır Lou. Tamam falan değil. Tek yaptığı sü-

rekli oturup yakınmak, hiçbir şeye yardım etmiyor. Be- nim moralim bozuk değil mi sanki? Ben de her sabah uyandığımda biraz ağlamak ya da geceleri uyumadan yatıp bundan sonra ne olacağını düşünüp endişelen- mek istemiyor muyum sanıyorsun? Okulumu ne kadar özlediğimi bilemezsin. Günübirlik Londra’ya gitmeyi özlüyorum. Torunlarım adeta burnumda tütüyor. Ama birinin işleri yürütmesi gerek. Birinin yemek yapması, evi düzenli tutması ve bebeklere her şey yoluna gire- cekmiş gibi davranması gerek. Birinin bir şeyler yap- mayı… denemesi gerek… Sadece …baban bazen kendi- mi çok yalnız hissetmeme neden oluyor. Hepsi bu.

Neyse. Burada olduğun için mutluyum. Açıkçası sen olmasaydın nasıl dayanırdım bilemiyorum.”

Gürültüyle burnunu sildi. Ben yavaşça ayağa kal-

kıp kettle’ın düğmesine basarken annem de derin bir nefes aldı.

“Özür dilerim,”

“Özür dilemene gerek yok anne.”

“Senin önünde sızlanmamam gerekirdi. Sam’i ne kadar özlediğini bilmediğimi zannetme. Biliyorum. Sevdiğin insandan ayrılmak korkunç zor. Bence iş ko- nusunda da diğer konularda da çok cesur davranıyor- sun.” Başını salladı. “Gerçekten çok cesursun. Sadece bunu bilmeni istedim.”

Annemle ben sarılmayı pek seven kişiler değilizdir. Ama size şunu söyleyebilirim ki o anki sarılışımız ha- yatımda yaşadığım en güzel kucaklaşmaydı.

Annem bu hafta babam için süzgeci ve mükemmel desibel kalitesine sahip pirinç kaplama salata kaşı- ğını ayarlamıştı ama Şakşaklama zamanı geldiğinde

babam hâlâ ortalarda yoktu. “Yürüyüşe çıkmak için hep bu zamanı seçer zaten,” diye söylendi annem üze- rinde SAĞLIK ÇALIŞANLARINI SEVİYORUZ yazan

önlüğünü bağlarken. “Ama benimle parka gel desem gelmez.” Çay yapmadığı için babama hâlâ kızgındı. Annem yüzyıllarca kin tutabilirdi. Yüzümü sildim. Hazırlanmaya pek vakit bulamamıştım, işin gerçeği annemle kendimiz için de birer kostüm bulmayı unut- muştuk. Altı kutu müzayede kıyafetimin gizli hazinesi olan Chanel ceketimle koyu mavi bir pantolon etek ve beyaz Mary Jane ayakkabılar giydim. Bugünlerde gü- zel şeyleri sonrası için saklamanın ne anlamı vardı ki? Ya sonrası olmazsa?

Annem saçlarını tarayıp parfüm sıktı –sanki ben- den başkası kokusunu alabilecekmiş gibi– ve sağlık çalışanları önlüğüyle kapıda durdu, elindeki tavanın içinde duran en iyi ikinci tahta kaşığıyla orkestra şe- finin ellerini aşağı indirmesini bekleyen bir perküsyo- niste benziyordu.

“İşte oradalar, Lou! Bak!”

Komşularımız evlerinden çıkmaya başladı. Önce bi- raz çekingendiler, sonra yalnız olmadıklarını görünce gülerek birbirlerine el salladılar. Annemin eski misa- fir odası çarşafından yapılmış kıyafetiyle Gandhi ora- daydı. Prince’in –120 numaradaki Layla’nın– saçları spreyle arkaya yatırılmıştı, üstünde omuz kısımlarına apoletler diktiğim tulum vardı. Herkes birer birer evle- rinden çıkarken sırıttığımı fark ettim, evde yaptıkları aksesuarları görünce el çırptım –kartondan bir gitar ya da kabarık bir peruk. Ne kadar emek harcamışlar- dı! Kilisenin çanı sekizi çaldığında hepimiz alkışlayıp sevinçle haykırırken ve tencerelerin tangırtısı sesleri-

mizi bastırmaya başlarken kendimi bütün o yüzlere, bahçelerinden fırlayıp keyifle koşturan ve başkalarının neler giydiğini gülerek birbirlerine gösteren çocuklara bakıp sevinçle gülümserken buldum. Güzel sanatlar öğrencisi Melanie kaldırımda çabuk çabuk aşağı yuka- rı gidip gelerek fotoğraf çekiyor, aileleri kıyafetleri en iyi görünecek şekilde gruplandırıyordu. Sid gitarıyla “We Could Be Heroes”u çalmaya başladığında kimse şikayetçi olmadı.

“Başardık Lou,” dedi annem gülümseyerek. “Bak- sana herkes ne kadar neşeli! Şuna bak. Neredeyse ağ- layacağım.”

İşe yaramıştı. İçimde bir şeyin durulduğunu hisset- tim. Artık boşa giden mal stoğum için üzgün değildim. O anda bundan gayet hoşnuttum, bütün sokak mutlu olacak bir şey bulmuş ve hep birlikte onun etrafında birleşmişti. Tam o anı kaydetmeye çalışıyordum ki karşı taraftaki komşularımızdan bazı mırıldanmalar yükseldi, ardından da bir kahkaha tufanı koptu. Om- zumda bir el hissedip arkamı döndüm. Babam orada duruyordu, pembe bir tütü giymişti, sırtında kot ceket, bacaklarında da yaban arısı gibi sarı-siyah çizgili bir tayt vardı.

“…Baba?”

Annem gözlerine inanamayarak babamı tepeden tırnağa süzdü.

“Bernard? Sen ne yaptığını…”

Babam, “Etrafındaki herkesi mutlu etme yeteneği- ni nereden aldın bilmiyorum. Sen bir mucizesin Lou, seninle gurur duyuyorum. Düşündüm ki ben de kahra- manımın kılığına girmeliyim… yani senin. Sen benim kahramanımsın,” deyip yüzümü ellerinin arasına aldı.

“Ah Bernard.” Annemin yüzü mutlulukla kırıştı. Gelip babama sıkıca sarıldı. Bir an orada öyle sarmaş dolaş kaldılar.

“Şu taytın içine girmek için neler çektiğimi bilmi-

yorsunuz. Siz kadınlar bunun içine nasıl giriyorsunuz anlamıyorum.”

Annem kahkaha attıktan sonra babamı öptü.

Annem çekilince babam, “Taytlı halimi beğendin ha?” dedi. Annem irkildi.

“Ah Tanrım. Hiç beğenmedim. Zihnime kazınan gö-

rüntünü unutmak çok zor olacak. Ama seni seviyorum kaçık herif.”

Sonra etrafıma bakındım ve komşuların babama değil bana baktıklarını fark ettim. Melanie kapımızın önünde diz çökmüş, fotoğraf makinesini gözüne yerleş-

tirmişti, bütün sokak beni alkışlıyordu, herkesin yüzü bana dönüktü, Churchill, Malala, Stirling Moss hepsi de bana bakıp gülümsüyordu. Utanarak kameraya  ba-

kıp başımı iki yana salladım, onlara bunun bana doğru gelmediğini, sadece sağlık çalışanlarını alkışlamamız gerektiğini   anlatmaya   çalışıyordum.   Gerçek kahra-

manların onlar olduğunu ve dikkatin başka yöne çev-

rilmesinin…

Ama birden kaldırım gözümün önünde uçuşmaya başladı.

Sonra her yer karardı.

Test yapılması gerek.

Annemin sesi: Ah Tanrım, sizce virüs mü kaptı? Önce testi yapıp gerisine sonra bakacağız.

Ona biraz oksijen verin. Lütfen geri çekilir misiniz

madam?

“Ne oldu?”

Salonumuzun zemininde yattığım yerden doğru- lunca yere çömelmiş iki sağlık görevlisinin maskeleri- nin arkasından bana baktığını gördüm. Biri bileğimi tutmuş saatine bakıyordu, ben kımıldayınca diğeri yü- züme nazikçe bir oksijen maskesi yerleştirdi. Annem görevlilerin arkasında, biraz uzakta duruyordu, korku- dan beti benzi atmıştı. Babam ise çizgili taytı ve tü- tüsüyle kapının yanında bekliyordu. Sağlık görevlileri babamın kıyafetine karşı en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermiyorlardı. Öyle tuhaf bir zamandan geçiyorduk ki belki de o gün gördükleri en az acayip şeydi babamın kıyafeti.

“Bayıldın.” “Öyle mi?”

“Tanrım, çok ağırsın,” dedi babam. “Seni içeri ben taşımak zorunda kaldım. Son zamanlarda yemeyi amma abartmışsın.”

“Nasıl hissediyorsun?” dedi görevlilerden biri.

“Pek iyi değilim.” Kafamı anneme çevirdim. “Aslın- da günlerdir kendimi iyi hissetmiyorum.”

Annem üzerime doğru eğildi, kendini bana elini uzatmaktan alıkoymak istercesine kollarını beline do- lamıştı. “Kendini fazla zorladığını biliyordum. Semp- tomlar arasında bayılmak da var mı? Louisa, koku ala- biliyor musun? Soğan getireyim mi? Bakalım kokusunu

alacak mı? Aman Tanrım, ateşini ölçtünüz mü peki?”

Başımı tekrar yere indirdim. O zaman görevliler annemle babamdan odadan çıkmalarını istediler.

İki saat sonra pijamalarımla yatağımda oturuyor, bilgisayar ekranından Sam’le konuşuyordum. Komodi-

nin üstünde bir kupa çay ve bir tabakta “gücümü koru- yayım diye” beyaz ekmekten yapılmış kalın bir sandviç vardı. Alt kattaki televizyondan gelen haber bülteninin sesini duyabiliyordum ve bu ilk kez bir türlü rahat bı- rakılmamamın kanıtı olmak yerine beni rahatlatıyordu.

“Peki iyi misin?”

“İyiyim. Kostüm işiyle kendimi biraz fazla yordum sadece.”

“Ama annen sağlık görevlilerinin geldiğini söyledi.” “Evet, geldiler.”

“Sana test yaptılar mı?” “Evet.”

“Sonuç?”

“Lou?”

Ekranı biraz düzelttim. “Şey. Pozitif çıktı. Yani tek başıma dönemeyeceğim.”

Sam içini çekip başını iki yana salladı. “Tanrım. Lou… sana ben bakabilirim. Zaten ateşin düşene ka- dar uçak yolculuğu yapmana izin vermezler. Ama her şeyin üstüne bir de annenle babanın ziyaretini kaldı- rabileceğimi sanmıyorum. Üzgünüm. Daire çok küçük,

ya onlar da senden hastalık kaparlarsa…” “Annemle babam gelmeyecek.” “Öyleyse kiminle…”

“Aslına bakarsan benden başkası için bilet almam gerekmiyor.”

Sam yüzüme bakakaldı. “…en azından şimdilik.”

Uzun bir sessizlik oldu. Sam ekrandan bana bak-

mayı sürdürüyordu.

“Bana yaptıkları Covid testi değildi.” Sam kaşlarını çattı.

Benzer İçerikler

Yorum Yaz