O hem bir roman yazarı hem de modern toplumda yaşayan insanın psikolojisini araştıran bir sosyolog. Atina-İstanbul hattında bir yaşam süren Defne Suman, Covid-19 sürecinde Yunanistan’daki evinin arka balkonunda geçen günlerini, izlenimlerini sizler için kaleme aldı.
Arka balkonumuzdan herkese selam olsun.
Haftalardır öğlen saatlerini arka balkonda geçiriyorum. Binaların arka cephelerine bakan bir balkon bu. Ortası avlu. Avlunun ortasında bir limon ağacı. Avluya bakan cephelerde soğan patates raflarının, pazar arabalarının doldurduğu mutfak balkonları, tülleri çekili yatak odası pencereleri, güneş girmesin diye kapatılmış mavi tahta panjurlar… Gördüğüm bu kadar. Oysa ön balkona çıksam, evimizin karşısındaki parkın çamları, servileri, okaliptüs ağaçları ve boyu apartmanın ikinci katına varan çıkan vişnenin çiçeklenmiş dalları üzerinden gökyüzüne uzanabilirim.
Ben arka balkonu tercih ediyorum. Can sıkıntıma uyuyor. Arka cephelerin açıldığı avlu, göğüs kafesimdeki daralmanın karşılığını bulduğu bir boşluk. Kediler de arka balkonu daha çok seviyor. Öğlen güneş buraya düşüyor diye belki. Ben buradaki yaşamı seviyorum. Malumunuz arka cepheler mahrem cephelerdir. İşte şimdi, size bir örnek bulmak için başımı kaldırdığımda, üst katın yatak odası balkonuna çıkan bir küçük kız bana bakıp içeri kaçtı. Karşı komşum da her sabah tüllerini açıp kanepe koltuk minderlerini karşımdaki balkonuna yığıyor. O zaman ben arka balkondan ön cepheye kadar tüm evini görüyorum. Konsolları, vitrinli kütüphaneleri, ağır vişne çürüğü minderleriyle bir yaşlı evi bu. Karşı komşum da yaşlı zaten. Tek başına yaşayan bir kadın. Yıllardır karşılıklı oturmamıza rağmen ilk defa geçen hafta, akşam panjurları kapatmaya balkona çıktığımda ona yasas dedim.
Yasas Yunanca selamlar demek. Ben Atina’dayım. Size anlattığım bu, aynı avluya bakan mutfaklar ve arka odalar cephesi de Atina’nın bir mahallesinde. Binamız 1968 yılında yapılmış. Sakinlerinin birçoğu, karşı komşum gibi, binanın üzerine dikildiği toprağın sahibi Malakate ailesinin fertleri. 1968’den beri aynı burada oturuyorlar. Tıpkı benim annemlerin yine 1968’den beri Gayrettepe’de aynı apartmanda oturmaları gibi. Tuhafıma gitmiyor. Amerikalı arkadaşlarım hem apartman dairesinde oturup hem de kutucuklarımıza bu kadar bağlı oluşumuza şaşırırlar. Amerikalı, toprağa yakın, iki katlı evlerde büyümesine rağmen, 18 yaşından itibaren koca kıtanın bir ucundan diğerine taşınmakta sakınca görmez. Apartman dairesi onun için geçici bir meskendir. Hayallerde bir ev vardır, uğruna bir ömrün harcanacağı bir hayaldir o.
Biz apartman çocuklarının hayali olsa olsa işte başka bir apartmandır. Nitekim ben arka balkonumdan başımı kaldırıp da beni görünce kıkırdayarak kaçan küçük bir kız başı gördüğümde mutlu olurum. Her bir kattan başka yemek kokusu gelir. Bugün balık kızartıyorlar. Hepimizin evine sızdı kokusu. Bir katta çalışan ustalar mutlaka vardır. Ve o ustalara Yunanca bağıran bir ses, hiç sektirmeden, sabah saat 11’de bizim balkondan eve girer. Kim, neden bağırıyor diye başımı kaldırınca, bir eliyle tek kişilik yaşamının kederli çamaşırlarını asarken, diğer eliyle sigara içen üst çapraz komşum sıska adamla (Zebercet diyorum ben ona içimden, başka kim anlayacak zaten?) göz göze geliriz. Selamlaşmayız. Bende siyah atlet, tayt, onda beyaz atlet. İkimiz de sosyal havamızda değiliz, belli. Geçiniz. Aşağıda, yüksek giriş katında yaşayan şan hocası derslerine başladı tekrar. Piyano çalıyor ve sonsuz bir solfej çalışması. Soprano, alto, yükselen, alçalan la, la, la. Öğrenci geldiğinde köpeklerini ön balkona kapatıyor. Biri büyük sokak köpeği. Sıpa gibi sürmeli, güzel bir şey. Diğeri beyaz fino. Fettan. Balkonda kapalı durdukları süre boyunca önlerinden geçen her köpeğe havlayıp inanılmaz şamata yapıyorlar. Bir defa, arabayla, uçakla, vapurla şehir dışına çıkabildiğimiz eski zamanlarda, şan hocası komşumuz ve kocası köpekleri balkona kapatıp hafta sonu için tatile gittiler. Bu iki biçare ortalığı birbirine kattılar. Haksızlar mı? O hafta sonunun ertesi pazartesi, asansörün aynasında bir not bulduk. Bir daha köpeklerini suiistimal eden olursa polis çağrılacakmış.
Bunları neden yazıyorum? Çünkü ben yazarım. Esinimin can suyu insandan gelir. Yazabilmek için insanların arasına karışmam, onlarla hiç konuşmasam bile onları izlemem, aralarında dolanmam gerekir. Sadece insanları ve ilişkilerini izlemek de yetmez, karşılaşmalar esnasında benim iç dünyam ne haldedir, hafızamda ne sahneler uyanır, o anı bu ana neden bağlanmıştır şimdi onları da gözlerim, düşünürüm. Kriz anında, çatışma sırasında, pervasızca flört ederken ya da sarkıntılık edenlere ağzının payını verir veya daha çok veremezken, kahvemin ilk yudumunda, bisikletin üzerinde saçlarımı rüzgâr dağıtırken…
Şimdi bana diyorlar ki, senin gününde bir şey değişmemiştir, sen yazmaya devam ediyorsundur. Hatta İstanbul seferleri de hayatından çıkınca, açılan zamanda, yeni romana bile başlamışsındır. Başta ben de böyle düşündüm. Atina’daki zamanımın yüzde doksanı, karantina günlerinden önce de, evde okuyarak, yazarak geçiyordu. Orası doğru. Sabah erken kalkıyordum. Yedide. Bazen daha bile erken. Gün doğarken yoga yapıyordum. Sonra kahvaltı. Sonra çıkıyordum. Bisikletime atlayıp Akropolis’e, Plaka’ya, Balık Pazarı’na, Exarchia’ya Sintagma Meydanı’na pedal çeviriyordum. Şehrin dört bir köşesinde müdavimi olduğum kahveler vardı. Orada oturup kitap okuyordum. Defterime notlar alıyordum. Yorulunca kalemi bırakıp etrafımdaki insnaları seyrediyordum. Öğleden sonra eve dönüp, yemek yiyor, sonra masa başına geçiyordum. Her gün tek başıma çıktığım bu kahve turlarımdan yazı besleniyordu. Besleniyormuş. Şimdiyse, öğlene kadar balkonda kedilerle oturuyorum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Arka balkonlara bakıyorum. Kedileri tarıyorum. İki satır okumak istesem dikkatim dağılıyor. Keyfim kaçıyor. İlhamı besleyen nehrin hayat damarı tıkalı.
Aradan 40 gün 40 gece geçti. Bazı şeyleri öğrendim. Mesela, insanın durdukça durası geliyor. Kişi durduğu yerden, “haydi, kaç saattir balkonda oturuyorum, kalkayım da masanın başına geçip de bir şeyler yazayım,” demiyor. Önce eline kalemi alman gerekiyor. Canım çekmiyor. Canın çekmese de eline kalemi alman gerekiyor. Bilgisayar da değil. Ekrandan gına geldi malum. Kâğıt ve kalem. Oturuyorum. Aklımda ne bir öykü ne bir fikir ne de bir bilgelik kırıntısı saptama… Orta ikiyi bitirdiğim sene (1987) yaz tatilinde üç haftalığına Amerika’ya gideceğiz diye tüm diğer tatilleri iptal etmiştik. Başka yazlarda beni gönderdikleri tenis kursuydu, yüzmeydi, kamptı, o tarz etkinlikler de üç haftalık Amerika tatili sebebiyle rafa kalkmıştı. Gayrettepe’deki apartmanın sekizinci katında, sıcak ve nemli bir İstanbul’da, tek başıma ne yapacağımı şaşırmıştım. İşte şimdi de defterime iki satır bir şey yazayım diye kalemi elime aldığımda, o yaz tuttuğum günlüklerdekileri aratmayacak cümlelerle satır başı yapıyorum. Canım sıkılıyor. Canım çok sıkılıyor. Çocukların canı sıkılmaz, derlerdi. Yalnızlığı can sıkıntısı zannederdim. Yine yalnızım. Evde kocam olsa da yalnızım. O kendi köşesinde, ben kendi köşemde yalnızız. Kalemi elimden bırakmıyorum. Bırakmamak için saati yirmi dört dakikaya kuruyorum. Yirmi dört dakika dayanabilirsin diyorum. Yaz! Yazı cümlelerden kurulur. Cümle kur. Bir sahne anlat. Geçmişten bir günü hatırla. O günü sen mi yaşadın? Bir kitapta mı okudun? İkisi de hafızanda harmanlanıp benliğine sıvandıktan sonra bunu bilmenin önemi var mı?
Cümleler cümleleri izlerken, bir zaman geliyor durağanlığın duvarları çatlıyor. Çatlaktan esin sızıyor. O zaman hatırlıyorum ki esin nehrinin birden fazla damarı var. Biri insanlar, dışarısı, ilişkiler evet… Bir diğeri ise edebiyat. Yirmi dört dakikalık saatimi kuruyorum tekrar. Telefonlar kapalı. Kesintisiz okuma dilimi. Margaret Atwood’un Antilop ve Flurya’sını okuyorum. İkinci defa. Sevdiğim kitapları bir defa okuyup bıraktığım hiç olmaz. Yanında Coetzee’nin Utanç’ını. Onu da ikinci okuyuşum. İçimin telvesi kabarınca Şermin Yaşar’ın Gelirken Ekmek Al adlı öykü kitabını açıyorum. Yirmi dört dakika bitince, saati tekrar kuruyorum çoğunlukla, bir yirmi dört daha. Dikkati bebek adımlarıyla eğitiyorum. Küçük sözler. İddiasız vaatler. Bir ayda bir öykü çıkartabilirsen aferin sana diyorum. Saçlarımı okşuyorum.
Sonra aklıma geliyor. Arka balkonum var. Arka balkonuma bakan on adet daire var. On daireden on tane öykü çıkar. En az. Yattığım yerden bile insanları izleyebilirim. İnsanlar balkona çıkmazlarsa da boşluklarını izlerim. Boşluklar da konuşur. Kapalı panjurlar, çamaşır ipinde boşa sallanan mandallar, gündüz bile sönmeyen balkon lambaları da anlatır dururlar. Ben boşlukları okurken ne dil konuştuklarını bilmediğim bir çift kavgaya (kavga mı gerçekten?) girişir, avlunun ortasındaki ağaçtan limon toplamaya inmiş Olga teyzenin eteğine yapışık torunu ardı arkası kesilmeyen sorularına başlar, kuşlar, onlar zaten hiç susmaz bizim avluda. Zebercet akşam sigarasına çıkar. Çamaşırlarını toplar. Güneş ön balkona geçmiştir artık. Ben de göreceğini görmüş, duyacaklarını duymuş insanların doygunluğuyla gün batımında renkten renge giren parkımızı ve Homer’den beri dillere destan Atina ışığını izlemeye ön balkona geçerim. Ertesi sabah kalemi elime aldığımda, ilham çatlaktan sızana kadar cümle kurarım.
Sonra bu yazı çıkar ortaya.
Arka Balkon Hayattır
Defne Suman