Doğan Kitap’ın etkinlikler sorumlusu Merve Karaytu, yıllar içinde yazarlarla birlikte gezdiği Anadolu kentlerini, tarihi zenginlikleri, güzel yemekleri ve kitap dünyasını anlatıyor. Bu yazının konusu Doğu’nun Paris’i olarak bilinen Van.
Doğu’nun Paris’inde ilk defa kitap fuarı yapılacak dediler. Yemedik, içmedik, hızlı bir planlama ile kendimizi uçakta dört bir yanı karlı dağlı, berrak bir gölün üzerinde süzülürken bulduk. Benim Van’a ilk seyahatim olacaktı bu. Yazarlarımız; Sevil Atasoy, Canan Tan, Kemal Hamamcıoğlu ve Büşra Sanay ile bu ilginç coğrafyaya bakıp “demek ki karlı bir kış günü gelmek varmış” dedik. Van için belki de en zor mevsimdi ama biz yine de bu güzel şehrin okurlarıyla ve Van’ın güzel tabiatıyla buluşmaya hazırdık.
Van Kitap Fuarı’nın diğer fuarlardan en farklı yanı, fuarı düzenleyen firmanın, kış ortası yayınevi ve yazarlara bölgeyi cazip kılabilmek için, şayet fuara katılırsak hepimize küçük Van turu sözü vermesi oldu. Kitap fuarı deyince elbette mümkün olduğunca katılacaktık ancak bu teklif de motivasyonumuzu etkilemedi desek yalan olur 😊
Alana iner inmez karşılayan fuar yetkilileri, “Van’a hoş geldiniz” şerefine, bizi dillere pelesenk meşhur Van Kahvaltı sofrasına götürdüler. Yol yorgunluğuyla muhteşem bir sofraya oturmak ne demek, sanırım hepimiz biliriz. Masaya gelen kahvaltılıkların her birinin doğal ve taptaze olması, daha kokusundan bizi cezbetmişti. Van’da nerede olursa olsun, meşhur Van kahvaltısını tatmak için bir yere oturduğunuzda, daha önce hiç tatmadığınız birkaç yöresel lezzet size masadan göz kırpacaktır. Mesela Kavut. Aslında basit ve yapılabilir bir özel lezzet bu. Bölgenin ev sahipleri Urartular’dan miras kalan bir lezzet olduğuna inanılıyor. Sütte bekletilen kara buğday ununu tereyağında kavurup bu güzel yiyeceği siz de sofranıza koyabilirsiniz. Üstelik artık bu lezzet Türk Patent Enstitüsü tarafından da tescillenmiş. Gelirseniz es geçmeyin, mutlaka deneyin. Ayrıca Murtuğa denilen; yumurta, un ve tereyağının birleşimiyle oluşan kahvaltılığa da mutlaka midenizde yer ayırın.
Bu nefis ve göl manzaralı kahvaltımızın ardından kendimizi otel odalarımızda kısa bir süre dinlenmeye bıraktık. Hem iş hem de kısa keşif yapmak isteyince hepimiz çaktırmasak da çok yoruluyoruz. Tek güzel yanı havamız değişiyor; tebdili mekân dediklerinde gerçekten ferahlık olmalı. Yoksa bu yorgunluğa rağmen keyifli olmamız başka türlü açıklanamaz. Yazarlarımızdan Canan Tan ve Kemal Hamamcıoğlu’nun imzaları ilk gün olduğundan dinlenmemizi kısa tutup kendimizi fuar alanına attık. Van Kitap Fuarı, Van’ın merkezinin epey dışında bir yerde organize edilmiş. İlk defa bir kitap fuarına misafirperverlik eden halk ise şehir dışı falan dinlememiş, çıkmış, o soğukta fuara gelmiş. Hem şaşırdık hem hayran olduk azimlerine.
Yine diğer fuarlardan farklı olarak; yazarlarımızın etkinliklerinde, küçük çocuktan tutun, her yaş grubundan okura rastlamak mümkündü. Büşra Sanay’ın “Kardeşini Doğurmak” adlı kitabı özellikle üniversite gençlerinin ilgisini çekerken Sevil Atasoy’a da her yaştan kriminal meraklısı koşar adım geldi.
Van için Doğu’nun Paris’i denmesinin yeri var. Çok sapa, belki bir büyük şehir haşmetinde değilse de kendine özgü bir havası var. Şehrin fuarının olduğu tepeden şöyle bir çepeçevre baktığınızda muazzam bir göl, gerçeküstü illüzyonmuşcasına güzellikle dağlar, bir doğu şehrinde güneşin batışını bu kadar güzelleştirebilirdi. Nerde doğarsak doğalım; oranın suyu, toprağı, normali, anormali bizim küçük kimlik çipimizi oluşturuyor sanırım. Türkiye’nin en uç şehirlerinden Van’ın tatlısı kendine tatlı, acısı yine en iyi, kendi insanının anlayabileceği bir acı sanırım. Belki de İbn-i Haldun coğrafya kaderdir tespitiyle yüzde yüz haklı, bilemiyorum. Gün sonu fuar ufak ufak son etkinliklerini yaparken, biz de okurlarımızla vedalaşıp otellerimize doğru yola çıktık. Fuar yetkilimiz bizi ertesi sabahın ilk ışıklarında Akdamar Adasına götürecekmiş. Ekipte herkesin çok merak ettiği bir yer olduğundan, temiz bir uykunun ardından elbette herkes cin gibi lobiye inmişti. Van’da nereye giderseniz gidin mutlaka göl kenarında bir yoldan geçiyorsunuz, kaçınılmaz… Hele sabah değmeyin o göl keyfine. Akdamar adasında bizi gezdirecek olan kişi ile motor iskelesinden ufak bir motora bindik. Akdamar Adası tam karşımızda ama epey açıktaydı.
Bu eşsiz güzel yapının elbette dillere destan bir hikayesi var. Efsaneye göre adadaki baş keşişin Tamar adında güzel mi güzel bir kızı varmış. Adanın etrafındaki köylerden birinde çobanlık yapan bir genç delikanlı, Tamar’a aşık olmuş. Genç delikanlı her gece köyden adaya yüzer, Tamar’da onu elinde fenerle kıyıda kuytu bir yerde beklermiş. Gün gelmiş, keşiş bu durumdan haberdar olmuş. Bir gece elinde fenerle, sürekli adada yer değiştirerek, delikanlının adanın etrafında yüzüp akıntıda yorulup gitmesini sağlamak istemiş. Genç delikanlı akıntıda boğularak Van gölünün sularında “Ah Tamar” diyerek can vermiş. Bunu öğrenen Tamar’da kendini yüzyıllar sonra adını alacak bu adanın etrafından sulara bırakıvermiş. Ah Tamar, gel zaman git zaman olmuş bize Akdamar.
Kilisenin tarihi ise 10.yüzyıllara dayanıyor. Mimarı olan keşiş manuel tarafından ana kısımları yapılmış olan bu eşsiz Ermeni Mimarisinin daha sonraki yıllarda eklemelerle daha da genişlediğini biliyoruz. Özellikle gidenleriniz bayılacak; duvarlarındaki figür zenginliği muazzam. Meraklıları, burada bir gün boyunca sadece figürlere bakarak zaman geçirebilir. Burası Ermeni sanatının en eşsiz eseri olarak gösterilebilir. Bir dönem kullanılmaz bir halde olsa da hem Osmanlı dönemi hem de Cumhuriyet’in öncesi dönemde restore edilmiş.
Ada dairesel bir şekilde ve çapı yürümeyi zorlaştırmayacak şekilde olduğundan, çepeçevre tüm gölü karşınıza alıp her köşesini gezebilirsiniz. Özellikle her yerin olduğu gibi, buranın da bahar mevsimi bir harika imiş. Adada tüm çiçeklerin açtığı o dönemi görmek bambaşka olabilir.
Adada yazarlarımızı tanıyıp selam verenlerle birlikte adayı baştan başa gezerken, çocuklar gibi şendik. Zaten günümüzün yarısını adada geçirmiş olduk. Mihmandarımız, İstanbul’a dönmeden evvel kalan kısa bir zamanımızda “hadi gelin, bir de Van kedilerini görün bari” dedi. Artık Van Kalesi ve şehrin diğer güzel köşeleri başka bir kışa veya bahara kaldı.
Herkesin bildiği üzere, ülkece Van dediğimizde Van Gölü canavarı ve Van kedisi hemen akıllara gelir😊 Bir süre önce bu kedilerle ilgili sağırlık problemi var dense de genetiklerinde böyle bir şey olmadığı kanıtlanmış. Van Kedi Evi’nden ilk girdiğimizde bu bilgi verildi. Artık insanlar yanlış bilinmesinden nasıl bıkmışlarsa… İncelediğimiz üzere çoğunun bir gözü mavi, bir gözü kehribar renginde. Ağırlıklı olarak bu iki renk oluyormuş. Bembeyaz tüyleri ve bu renk kombinasyonu görsel bir şenlik adeta. Şehir, kedisiyle uluslararası alanda da nam saldığından, Van Belediyesi bu konuya özel hassasiyet gösteriyormuş. Van Kedi Evi müze gibi ziyaretçilerini ağırlıyor. Şehre gelirseniz, uğrayacağınız noktalardan biri olabilir; özellikle kedi severler mutlaka görmeli.
Her şey bir yana; ilk defa bir şehre gidip şehrin kalesini görmeden döneceğim sanırım. Siz siz olun, ben olmayın. Van Kalesi önemli bir kale, mutlaka gezin. Burası Medeniyet tarihinin önemli halklarından Urartuların beldesi. Şehrin insanları bu beş bin yıllık beldenin unutulan bir sürü geleneğini eminim ki fark etmeden hala yaşıyorlardır. Her belde de olduğu gibi. Bunu ancak tarihini öğrenip bugününü de inceleyerek anlayabiliriz. Ağzımızda tadı yarım kalarak Van’a veda ediyoruz. Bakarsınız başka bir seyahat veya fuarda tekrar buralarda oluruz.