Haruki Murakami’nin merakla beklenen yeni romanı Şehir ve Belirsiz Duvarları, Mart ayında Doğan Kitap okurlarıyla buluşacak. Yazarın bu eseri ve edebiyat anlayışı üzerine samimi bir röportaj sizlerle!
Yeni romanınız Şehir ve Belirsiz Duvarları, 1980’de yazdığınız bir novellayı temel alıyor. Yeni bir okur kitlesine bu kitabı sunmak sizin için neden önemli?
O novella kitap olarak yeniden basılmasına izin vermediğim tek eserim. Başka bir deyişle, yazdığım hikâyeden pek memnun değildim. Temasının çok önemli olduğunu düşünüyordum, ancak ne yazık ki o dönemde bunu umduğum şekilde aktaracak yazarlık becerisine sahip değildim. Bu yüzden yazarlık için gerekli becerileri kazanana kadar beklemeye karar verdim ve ancak o zaman hikâyeyi tamamen yeniden yazmaya başladım.
Bu süreçte başka pek çok proje üzerinde çalışmak istedim ve bu projeye bir türlü başlayamadım. Bir de baktım ki 40 yıl (bir göz açıp kapayıncaya kadar gibi geldi) geçmiş ve 70’lerime gelmişim. Artık harekete geçmem gerektiğini düşündüm, çünkü çok fazla zamanım kalmamış olabilirdi. Ayrıca bir romancı olarak sorumluluklarımı yerine getirme konusunda güçlü bir ihtiyaç hissettim.
Kitabı karantina sırasında yazdınız ve bu süreçte nadiren evden çıktınız. Bu yazım şekli hikâyenin tonunu veya içeriğini etkiledi mi?
Kesinlikle. Bu romanı yazarken belli bir düzeyde huzur ve sessizliğe, aynı zamanda düşüncelerime dalmak için zaman ayırmaya ihtiyacım vardı. Duvarlarla çevrili kasabanın durumu, dünya çapındaki karantinanın bir metaforu oldu. Aşırı izolasyon ile sıcak empati duygularının bir arada var olması nasıl mümkün olabilir? Bu, romanın ana temalarından biriydi ve bu açıdan, orijinal novella ile kıyaslandığında önemli bir ilerleme kaydedildiğini söyleyebilirim.
Bazı Japon okurlar kitabı kafa karıştırıcı buldu. Diğerleri ise tuhaflık ve gerçeküstü unsurların romanlarınızın en önemli unsuru olduğunu düşünüyor. Okuyucuları yanıtsız sorularla bırakmayı seviyor musunuz?
Bence sıra dışı bir roman her zaman ilgi çekici sorular sunmayı hedefler, ancak net, doğrudan bir sonuca varmaz. Okuyucularımın kitaplarımı bitirdikten sonra üzerine düşünmeye devam edecekleri bir şey bırakmak isterim. Örneğin, “Burada hangi sonlar mümkün olabilir?” gibi. Her hikâyede onları düşündürmek için bazı ipuçları bırakıyorum. Arzum, okuyucuların bu ipuçlarını fark etmesi ve her birinin kendine özgü, benzersiz bir sonuca ulaşmasıdır.
Şehir ve Belirsiz Duvarları’ndaki anlatıcı, Zemberekkuşu’nun Güncesindeki Toru veya Sahildeki Kafka’daki Kafka gibi bir karakterleri oluştururken, ne ölçüde kendinizden bir şeyler katıyorsunuz?
Romanlarımın birinci tekil şahıs anlatıcıları, kesin anlamda gerçek ben değil, ancak olabileceğim bir “ben”. Bu olasılıkların peşine düşmek oldukça büyüleyici çünkü kendiniz dışında biri olma şansı hayatta pek sık karşınıza çıkmıyor.
İngilizce yazan ve Japoncaya çevirdiğiniz yazarlar arasında – Salinger, Fitzgerald, Chandler, Carver ve Capote gibi – sizin için en anlamlı olan hangisi?
Her bir yazardan etkilendim açıkçası. Fitzgerald ve Capote’nin parlak ve ışıl ışıl yazım tarzlarını çok seviyorum, ancak onların tarzı benimkinden tamamen farklı. Kişisel olarak ise Chandler’ın tarzını gerçekten çok seviyorum.
40 yılı aşkın süredir kitap yazıp yayımlıyorsunuz, bu süre boyunca Japon edebiyatı dünyasında neler değişti? Kendinizi bu dünyanın bir parçası olarak görüyor musunuz, yoksa dışında mı hissediyorsunuz?
Günümüzde genç yazarlar, “işte edebiyat budur” gibi iddialı fikirleri bir kenara bırakıp daha özgür, esnek bir yaklaşımla kurgu yazıyorlar. Bunu gerçekten takdir ediyorum. Bense kendi yolumda çalışmaya devam ediyorum ve bu edebiyat dünyasındaki değişimlerle nasıl bir ilişkim olduğunu kesin olarak söylemem pek mümkün değil.
Japonya’da ve uluslararası alanda okuyucularınızda ne gibi değişiklikler gözlemlediniz? Zaman geçtikçe yazmak sizin için kolaylaşıyor mu, yoksa zorlaşıyor mu?
Hem Japonya’da hem de dünyada okuyucularımın sayısının arttığını görüyorum ve bu sayılar beni sık sık şaşırtıyor. Laos’ta Taylandlı bir okuyucunun beni durdurup selam vermesi, Dresden’de Arnavut bir okuyucuya rastlamam, Tokyo’da ise Endonezyalı bir okuyucuyla karşılaşmam gibi anlar yaşadım. Bazen gerçek benliğimden uzaklaşıp bir tür hayali kişiliğe dönüştüğümü hissediyorum…
Ancak bunların hiçbiri roman yazmayı ne daha kolay ne de daha zor hale getirdi. Bu kadar çok insanın –beklediğimden çok daha fazlasının– kitaplarımı okumasından sadece minnet duyuyorum. Herkes benim kadar şanslı olmayabilir.
Şu anda İngiltere’de satılan tüm çeviri edebiyat kitaplarının dörtte biri Japoncadan. Sizce Japon Edebiyatı İngiliz okuyucusuna neden çekici geliyor?
Japon romanlarının İngiltere’de bu kadar popüler olduğunu bilmiyordum. Sebebi ne olabilir? Hiçbir fikrim yok açıkçası. Belki siz bana söyleyebilirsiniz – gerçekten merak ediyorum.Japon ekonomisi şu sıralar iyi bir durumda değil, ancak kültürel ihracatların bir şekilde ekonomiye katkı sağlıyor olması bence iyi bir şey. Yine de edebi ihracatın o kadar büyük bir katkı sağladığını söyleyemeyiz, değil mi?
Mieko Kawakami’nin 2017’de kitaplarınızdaki kadın karakterlerle ilgili eleştirisi, kadın karakterlerinizi yazma şeklinizi etkiledi mi?
Kitaplarım yıllar içinde o kadar çok eleştirildi ki, eleştirilerin hangi bağlamda yapıldığını hatırlayamıyorum. Ayrıca bunlara pek fazla dikkat etmiyorum. Mieko yakın bir arkadaşım ve çok zeki bir kadın, bu yüzden yaptığı eleştirinin kesinlikle yerinde olduğunu düşünüyorum. Ancak dürüst olmak gerekirse, tam olarak neyi eleştirdiğini hatırlamıyorum. Kadınlar ve eserlerimden bahsetmişken, okuyucularımın neredeyse eşit bir şekilde erkek ve kadınlar arasında dağılmış olması, beni çok mutlu ediyor.
*John Self’in The Guardian’da yayınlanan röportajının Türkçe çevirisidir.