Ana Sayfa Söyleşiler Elif Şafak : “Kadınlar laikliğe sahip çıkmalı.”

Elif Şafak : “Kadınlar laikliğe sahip çıkmalı.”

Ekleyen okumakiyigelir

Doğan Kitap pandemi sürecinde sosyal medya hesapları üzerinden yazarlarıyla okurlarına buluşturmaya devam ediyor. Geçtiğimiz sene yayınlanan 10 Dakika 38 Saniye kitabıyla yazarlığının 25. yılını kutlayan Türkiye edebiyatının en güçlü ve özgün seslerinden Elif Şafak ile Doğan Kitap Yayın Direktörü Cem Erciyes’in edebiyatla sınırlı kalmayıp siyaset, kadın hakları ve hayat üzerine söyleşisini aşağıda okuyabilirsiniz.

“Bence kadınların laikliğe çok sahip çıkması lazım. Çünkü laikliğin kaybolması özellikle kadın haklarını ve azınlıkları etkileyecektir. Son 10 yıl içinde kadına yönelik şiddet Türkiye’de çok arttı. Bu bir tesadüf değil, toplum hırçınlaştıkça, kapandıkça, milliyetçiliğin, bağnazlığın dili keskinleştikçe, kadın erkek eşitliği de zarar görür bundan.”

“Yarının dünden daha iyi olabileceğine dair bir algı yok”

Cem Erciyes: Salgın döneminde nasıl geçti zamanlar? İngiltere’de ciddi bir karantina dönemi oldu değil mi? Senin için nasıl geçti o günler ve nasıl geçiyor, hala tam anlamıyla olmuş bitmiş değil.

Elif Şafak: Geçenlerde, bilmiyorum gördün mü, Twitter’da bir mesaj vardı yayınevlerinden bir tanesi iyi niyetle tabi, korona döneminde yazarlar her zamankinden daha da üretken, nasılsa yazar dediğin evde kapanıp çalışmaya alışık bir mahluk olduğu için çok da fazla etkilenmez bu dönemden diye. O habere gönderilen, yazarlardan gelen yorumlar çok ilginçti. “Hangi yazarlardan bahsediyorsunuz?” diye. Çünkü herkes bence çok zorlanıyor. İşin doğrusu bu. Hepimizi çok etkiliyor. İşin bir pratik yanı var, ev hayatımız değişti, gündelik hayatımız değişti, o hayatın ritmi değişti. Ama bence bir de psikolojik yanı var işin, bundan konuşması daha zor. Zihinsel olarak çok etkilediğini düşünüyorum. Daha endişeli bir döneme girdik, çok belli değil yarın ne olacağı birçok insan işini kaybediyor, ekonomik zorluklar, tabi ki sağlık en başta yani bir sürü sorunun ağırlığını üzerimizde hissettiğimiz bir döneme girdik. Ve ilginç bir şekilde istatistikler de gösteriyorlar ki, gençler özellikle çok yaşıyorlar bu stresi. Ben mesela bunu çok önemli buluyorum. Bizim gençliğimizde her şeye rağmen şöyle bir inanışımız vardı, “yarın daha iyi olacak”, hayat ilerlemeye dayalı, öyle bir algımız vardı ve böyle bir algı olunca da insan pek çok zorluğa göğüs gerebiliyor. Ama o algı kayboluyor şu anda. Yarının dünden daha iyi olabileceğine dair bir algı yok.

C.E: Peki ne oldu da böyle bir umutsuzluğa dönüştü? Bunun adı umutsuzluktur aslında, yarının bugünden daha güzel olabileceğine inanmanın adı umuttur. Umut fakirin ekmeği derler, insanın en büyük gücü derler. Ne oldu da biz bunu kaybettik?

E.Ş: Bence pek çok sebebi var. İşin ilginç yanı Doğu-Batı dünya çapında biz bunu gözlemleyebiliyoruz. Tabi ki en başta çevre yani, üzerinde yaşadığımız gezegeni kaybetme aşamasındayız. Vicdanı olan, yüreği açık olan herkes bunun farkında. Yaşadığımız gezegen için atmamız gereken çok önemli adımlar var, ama bunları attığımız falan yok. O zihnimizin üzerinde büyük bir ağırlık. Bir de bunun üzerine pandemi eklenince, virüs eklenince belki şunu daha iyi anlıyoruz, hayat çok kırılgan. Demokrasinin kırılgan olduğunu zaten anlamıştık, ama şimdi belki insanlar hayatın da ne kadar kırılgan olduğunu daha iyi idrak ediyorlar. Bütün bunlar tabi beraberinde bir karamsarlık, umutsuzluk getiriyor.

C.E: Evet, özellikle de mutlu olması gereken gençlerken, yaşadığımız gezegeni kaybediyoruz. Pandemi şunu da gösterdi bize türümüzün belki de sonu yaklaşıyor. Bir yandan da çok enteresan şekilde, iklim krizi karşısında bigâne kalan toplumların yönetici ya da liderleri, salgın karşısında da aldırmaz tavırlarını sürdürdüğünü görüyoruz. Hep aynı mantık, hep aynı duyarsızlık devam ediyor. İklim kriziyle de en çok ilgili olanlar genç insanlar aslında. Çünkü onların geleceğini elinden alan bir şey bu.

E.Ş: Zaten bence birçok genç insanın en çok yaşadığı duygu da o. Kendi gelecekleri hakkında kararları kendileri veremiyorlar. Yaşlı kuşak, daha muhafazakâr kuşak, daha bence dünyaya at gözlükleriyle bakan kuşak gençlerin geleceği hakkında kararları veriyor. Burada mesela biz İngiltere’de de bunu gördük Brexit’le. Çünkü genç insanlar diyor ki “iyi ama bu konulup durduğunuz şey benim geleceğim.” O anlamda çok önemli bir yol ayrımına geldi dünya, ne yöne gideceğiz, daha fazla milliyetçilik, kabilecilik, kendi içine çekilme, sınırların içine çekilme mi göreceğiz yoksa daha uluslararası bir diyalog, dayanışma, daha insancıl bir yanıt verebilecek miyiz bu anlamda… İkinci yol pek güçlü görünmüyor bu anlamda ama tam da bu yüzden bence kitaplara, edebiyata, kültür sanata çok ihtiyacımız var. Bunlar lüks değil, bazı insanlarda özellikle ekonomik zorlukların yaşandığı dönemlerde şöyle bir algı oluyor, anlıyorum ama bazen zannediyor ki insanlar, tiyatro o kadar önemli bir şey değil, sinema veya edebiyatı erteleyebiliriz. Tam tersine esas hayatın zorlaştığı dönemde sanata, edebiyata daha da çok ihtiyacımız var. İçinde yaşadığımız soluduğumuz hava kadar, ekmeğe nasıl muhtaçsak, sanata ve edebiyata da o kadar muhtacız.

C.E: Milliyetçilik dedin mesela bu çok güzel bir konu. Sen daha yakınlarda bu konuda bir toplantıya katıldın Brüksel’de, bunu da konuşalım istiyorum. Ama en baştaki soruma da dönmek istiyorum. Biz Elif Şafak ne yapıyor onu da merak ediyoruz. Son romanını okuduğumuzdan beri neredeyse iki sene olacak. Onun için de sormuştum pandemi günleri nasıl geçiyor diye.

E.Ş: Pandemi döneminde ne kadar üretken olabiliyor yazarlar bilmiyorum ama yakında İngiltere’de bir mini kitapçık çıkacak. Bir roman değil. Tam da bu yaşadığımız döneme dair benim fikirlerimi açabildiğim, kutuplaşmaların olduğu böyle bir dönemde ‘ruh sağlığımızı nasıl koruyabiliriz’i ele alan ama tüm bu konuları da tartışan gerek milliyetçilik olsun gerek verdiğimiz tepkiler olsun… Yani politik ama aynı zamanda edebi bir deneme.

C.E: Adı neydi demin söylediğin gibi Kutuplaşma Çağında Aklımızı Nasıl Koruyabiliriz mi?

E.Ş: Türkçesine henüz karar vermedik ama İngilizcesi “How to Remain Sane in the Age of Division”. Bu hafta sonu çıkacak sıcak sıcak yayınevinden. O yüzden henüz paylaşamıyorum kapağını ama bir sonraki yayında umarım onu da paylaşabilirim.

C.E: Senin son birkaç ayını bu aldı demek ki. Bu yeni kitapla uğraştın.

E. Ş: Yeni kitapla uğraştım, bir de ben bir roman bittiği zaman hızla yeni romana başlamıyorum. Hep öyle oldu, benim bir sarkacım var. Çünkü roman yazdığım zaman, hayatımın tam merkezi haline geliyor inan. Bir anda her şey onun etrafında diziyorum. Çok yoğun bir süreç o, çok da yıpratıcı bir süreç. Fiziksel olarak da insanı yıpratan bir süreç bence. Romancılık çok akıl karı bir süreç değil bence.

C.E: Bütün sanatlar için öyle söyleyebiliriz sanırım, biraz deli işi bunlar.

E.Ş: Biraz deli işi biraz arızalı insanlarız bence de. Özellikle romancılar, bizim egolarımız da çok şişkin, ona da biraz dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü günler, haftalar, aylar boyu karakterler yaratıyoruz, karakterleri belki öldürüyoruz, dolayısıyla insan kendini kâğıt üstünde Tanrı gibi hissediyor, o da egoyu çok şişiren bir şey. Bunları çok düşünüyorum. Ama paylaşmamın sebebi roman bittiğinde ben hemen yeni bir romana başlamıyorum. Arada sarkaç bu tarafa geliyor ve o zaman okumayı çok seviyorum. Başka insanları dinlemeyi, çıkıp biraz hayatın öğrencisi olmak, yeni şeyler öğrenmek, bu bilim olabilir, felsefe olabilir. Ama bence yazarların iki şeyi sürekli canlı tutması lazım. Bir, bizim iyi okur olmamız gerekiyor, sürekli okumalıyız. Ama okumak derken sadece roman demiyorum, her şey, merak duygumuzu yitirmememiz gerekiyor. İkincisi bence insanları dinlememiz gerekiyor. Katılalım, katılmayalım görüşüne ama açık bir yüreklilikle, empatiyle insanları dinlemeyi ben seviyorum.

Empati biraz da kas gibi, güçlü ve canlı tutmak lazım

C.E: Empati bir yazarın sahip olması gereken en önemli şeylerden birisi galiba değil mi? Bence şu anda çok önemli bir tüyo veriyorsun. Bir soru vardır ya genç yazarlara ne önerirsiniz gibi, en önemli, en kritik şeylerden biri bu.

E.Ş: Evet. Ve empati o kadar önemli ki, biraz da kas gibi. Ne kadar kullanırsak o kadar güçleniyor empati kasımız. O yüzden onu canlı tutmak lazım. Neyi kastediyorum empatiden, kendini bir başka insanın yerine koyabilmek yetisi. Bu o kadar önemli ki. Çünkü hepimiz belli bir ailenin, belli bir yapının içine doğuyoruz, sanat ve edebiyat biraz onun dışına çıkmayı öğretiyor. Biraz çık bakalım kendi benliğinden, duvarlarından, eğer dünyanın başka bir yerinde doğsaydın ya da aynı şehrin başka bir mahallesinde doğsaydın ya da başka bir dönemde yaşasaydın nasıl hissederdin? Bu bence sadece zihin için değil, vicdanlarımız için ruhlarımız için de çok iyi bir egzersiz. Bunu yitiren insanların yüreği katılaşıyor. Bence empatinin olmadığı bir dünya çok daha karanlık bir dünya olur ve edebiyatın özü de zaten empatiyi canlı tutabilmek.

C.E: Muhakkak ki öyle. Edebiyat, sanat bize başka hayatları, başka coğrafyaları, başka mekanları gösteriyor ama daha da önemlisi başka insanları, başka ruh hallerini, farklı durumlar karşısında insanların nasıl davranabildiğini anlatıyor. Bazen kendimizden bir şeyler bulduğumuzda hoşumuza gider, tanıdık bir an, tanıdık bir duygu bizi kitaba bağlar. Ama aslında belki de bizim için en öğretici olan o tanıdık olmayan anlar ve ruh halleridir. O sayede zenginleşiyoruz. Peki neler okuyorsun son dönemde? Bu bize aynı zamanda dünya edebiyatına özellikle İngiltere’deki yazın çevrelerine dair ipuçları verecek. Çünkü sen son derece aktifsin, seçici kurullarda yer alıyorsun, neler olup bittiğini çok iyi biliyorsun.

E.Ş: Bu sene George Orwell ödülünün jürisindeyim ve orada pek çok dal var ben en güçlü siyasi yazın dalında jürideydim. Birçok kitap değerlendirdik. Ne kadar kitap okudum hiç hatırlamıyorum ama baya bir kule okuduk ve çok güzeldi.  O kadar gururluyuz ki çünkü müthiş bir kitap kazandı, bir öğretmenin yazdığı bir kitap kazandı. Kadın… aynı zamanda şair ve yazar ama temel mesleği öğretmenlik. Eğitimin içinde pişmiş, öğrencileri gözlemlemiş, onlarla empati kurabilmiş bir kitap kazandı. Bir de kitabın bir diğer önemli yanı da şu: şehrin zengin mahallerinde öğretmenlik yapan bir kadın değil bu. Tam da yoksul mahallelerinde öğretmenlik yapan birinin tecrübesi bu kitap.

C.E: Peki edebiyatta neler oluyor? Çünkü şöyle bir şey sen aynı zamanda Booker Ödülü’ne aday gösterildin. En güçlü adaylardın, bir dahaki Booker’a ve daha büyük ödüllere umarım… Ama iki yazara paylaştırıldı ki bunlara sen yabancı değildin ben biliyorum. Çünkü bir tanesi Margaret Atwood Testaments, biz de Ahitler diye yayınladık Doğan Kitap’tan. O kitabın İngiltere’deki lansmanında Margaret Atwood’a sen eşlik etmiştin ve birlikte bir söyleşi gerçekleştirdiniz. Diğer kitap Girl, Woman, Other’ın yazarı Bernardine Evaristo’yu da  da ilk defa Londra Kitap Fuarı’nda senin bir konuşmanda tanımıştım. Sen bu konuşmanda İngiltere’de yazan genç kadın yazarları okura takdim ediyordun.

E.Ş: Bernardine Evaristo benim de çok saygı duyduğum bir yazar. Burada kitap fuarından o sene benden çok beğendiğim yazarları, onlarla paylaşmam istenmişti ve Bernardine onlardan biriydi. English Pen adına yapmıştım bu konuşmayı. Margaret Atwood tabi keza öyle. Her ikisine de hem yazar olarak çok saygı duyuyorum hem de düşünceleri, fikirlerini de. Bence bizim kadın entelektüellere çok, düşünürlere çok ihtiyacımız var. Aslında o kadar çok kadın düşünür var ki dünyada ama ne yazık ki kamusal dünyada çok fazla seslerini duyuramıyorlar. Benim için bu çocukluğumdan beri çok önemli oldu. Cinsiyet eşitliği, çoğulculuk aynı zamanda daha eşitçil yaklaşabilmek insanlara. Bunu vurgulamamın sebebi, tabi ki edebiyatlarına çok saygı duyuyorum ama aynı zamanda ben kadınların özellikle şu anda dünyada önemli olan problemler konusunda konuşmalarını, çözüm üretmelerini, kamusal alanda da seslerini yükseltmelerini çok önemli buluyorum.

“Çoğulculuktan kaynaklanan milliyetçiliğin dünyanın meselelerine çözüm getirebileceğine inanmıyorum”

C.E: Brüksel’de katıldığın milliyetçilik konulu toplantı… bir Webinardı sanırım o.

E.Ş: Intelligence Square denilen bir tartışma formatı var. Dünyada da çok izleyeni var bunun. İki kişi savunuyor, iki kişi de eleştiriyor. Benim katıldığım tartışmada konu milliyetçilikti. Karşı taraf milliyetçiliğin tam da bugün ihtiyacımız olan şey olduğunu savundu. Ben ve İngiliz bir yönetmen de tam tersini savunduk. Bence şu anda dünyanın ihtiyacı olan şey milliyetçilik değil, dünyanın yaralarını çözecek olan merhem, kesinlikle milliyetçilik değil. Ve tabi ki Anadolu’dan, Ortadoğu’dan bilhassa Balkanlardan gelen insanlar çok iyi biliyorlar ki, milliyetçilik aslında bu topraklarda çok büyük yaralara yol açtı tarih boyunca. Bunu bir çözüm olarak sunmaları, karşı tarafta iki akademisyen vardı, benim aklıma yatan bir şey değil. Ben zannediyorum kendi edebiyatımda da tam tersine, bizi birbirimizden ayıran bu kutuları, kategorileri nasıl aşabiliriz, insanlar olarak ortak noktalarımızı nasıl bulabiliriz ben bunlarla daha çok ilgiliyim. Bir de şunu seviyorum, bence edebiyat illa bir çoğunluğun nasıl yaşadığına bakmıyor, azınlıkların nasıl yaşadığına bakıyor. Az olmak, öteki olmak, ötelenmek, dışlanmak, hırpalanmak, toplumun dışına itilmek, yanlış anlaşılmak, o yalnızlık duygusu, edebiyat bunlara yönelmeli. Onun için çoğulculuktan kaynaklanan bir milliyetçiliğin dünyanın meselelerine çözüm getirebileceğine inanmıyorum.

C.E: Sen zaten oradaki konuşmanda da milliyetçiliğin bize bir şeyleri hatırlattığı kadar unutturduğunun altını çizdin. Edebiyatın az önce söylediğin gibi kıyıda kalanlar, hakkı yenenler, azınlıkta olanlar ile ilgili, kadınlar, göçmenler, trans bireyler, eşcinseller, yani şu anda aslında günümüzde en çok uğraşılan, sürekli konu edilen, üzerinden gerilimler üretilen ve tüm toplumların aslında en kırılgan bireyleri. Neyse ki edebiyat var onlara sahip çıkan.

E.Ş: Ben şöyle düşünüyorum, aslında yine demokrasiyle ilgili tüm bunlar. Yani demokrasinin, demokrasi kültürünün kaybolduğu, çünkü demokrasi aynı zamanda bir kültür, farklılıklara saygı gösterebilmek, her insana eşit nazarla bakabilmek, bu bir kültür, bu bir felsefe. Bunun kaybolduğu, çoğulculuğun kaybolduğu yerde farklı olmak çok zor bir şey. Ve herhangi bir sebepten dolayı farklı olabilirsin, belki birinin derisinin rengi, öbürünün cinsel kimliği ya da bir başkasının siyasi görüşleri ya da bir başkasının fiziksel görünüşü. Bir sürü sebepten dolayı farklı görünebilirsin toplumun veya otoritelerin gözünde. Farklı addedildiğinde hayat daha zorlaşacaktır. Başka bir şekilde söyleyeyim, mesela ben ataerkilliği çok eleştiren bir insanım ve ataerkil kültürlerde kadın olmak muhakkak ki çok zor, ama ben şunu da biliyorum, ataerkil toplumlarda erkek olmak da kolay bir şey değil. Özellikle genç erkek olmak kolay değil. Özellikle verili erkek kalıbına uymayan bir erkek olmak hiç kolay değil. O bireyler de benzer bir şekilde bir sürü aşağılanmayla, önyargıyla boğuşmak zorunda. Yani ötekileştirilen o kadar çok insan var ki. Şu sebepten, bu sebepten, öteki sebepten, keşke birbirimize daha fazla dayanışma gösterebilsek, keşke birbirimizin hikayelerini daha iyi anlayabilsek, keşke birbirimizi kategorileştirmesek böyle. Özellikle Türkiye gibi, ama bu sadece Türkiye’ye özgü değil, birçok toplumda maalesef bu var, demokrasinin geriye gittiği, kaybolduğu yerlerde öteki olarak addedilmek ve kaybolmak o kadar kolay ki.

Kadın liderler korona sınavını çok daha iyi verdiler

C.E: Demokrasi kültürünün kaybolduğu yerler diyorsun ama, işin fena tarafı bu artık dünyanın neredeyse tamamını kapsıyor. Eskiden, yani eskiden dediğim bizim genç olduğumuz bundan 20 sene önceki dönemlerde demokratik coğrafyalar vardı ve Türkiye gibi onlarla aynı standartlara erişeceğini umduğumuz ülkeler vardı. Umut bunun adıydı işte. Ama şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nin de ne kadar demokratik bir ülke olduğu tartışılır, ki onlar kendi düşünce ve ifade özgürlükleriyle, kendi demokrasileriyle övünürlerdi en çok. Dünyayı adeta çılgınlar yönetmeye başladı. Nasıl dünyamız bu hale geldi, doğrusu anlamak mümkün değil. Her yerde bir gerilim var, her yerde kavga var. Her yerde korona önemsizdir deyip koronaya yakalanan, böylece kendi inandırıcılığını tamamen sorgulatan liderler var. Böyle garip bir dünya halini aldı, anlamak gerçekten zor.

E.Ş: Tabi şu ilginç, kadın liderler çok daha iyi verdiler bu sınavı. Yeni Zelanda olsun, Almanya olsun, İskoçya olsun, kadınların yönettiği ülkelere bakarsan eğer, korona sınavını çok çok daha iyi verdiler. Bence bu ilginç bir nokta. Tabi bu sadece kadın liderden kaynaklanan bir şey değil, kadını lider yapabilen kültür aynı zamanda sivil toplumun da güçlü olduğu bir toplum demektir. Yani demokrasinin daha güçlü olduğu yerlerden çıkıyor zaten bu kadın liderler, onun için toplum da kurallara uyuyor, daha duyarlı davranıyor, bilimi takip ediyor. Tesadüf değil bu sınavdan daha iyi geçmiş olmaları. Ama tabi söylediğin şey çok doğru, maalesef dünyada Doğu-Batı ciddi bir geri gidiş var. En son Brezilya’da Bolsonaro virüsü küçümseyip en sonunda kendi virüse yakalandı, maalesef böyle şişkin egolu liderlerin yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Ama yine ayrı yere geleceğim bence tam da bu yüzden bizim bireyler olarak, vatandaşlar olarak sesimizi çıkarmamız o kadar önemli ki. Kültür sanat keza o kadar önemli ki, o bizim oksijenimiz, tam da bu zamanda özellikle ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, çünkü alternatifi bağları koparım kendi kabuğuna çekilmek ve aman ne yapayım ya dünya yanarsa yansın demek o tarz bir benmerkezcilik dünyayı daha karanlık bir yere götürür.

C.E: Muhakkak. Ama bizler zaten edebiyata, sanata sığınıyoruz. Daha çok kitap okuyoruz. Bu korona döneminde de Türkiye’de daha çok kitap okundu, gerçi toplam kitap satışları azaldı ama İngiltere’de kitap satışlarının arttığını da biliyoruz haberlerden. Ama ben şunu merak ediyorum, bu liderler seçilmiş liderler. Yönettikleri ülkelerin ekseriyetinin oylarıyla iktidara geliyorlar, neden dünya toplumları, halkları demokrasiden uzaklaşan, otoriter rejimlere doğru meylediyor şu zamanlarda. Siz başarılı bir yazar olduğunuz kadar, iyi bir siyaset bilimcisisiniz de…

E.Ş: Konuşmaya başladığımızda duygulardan bahsettik, endişe çağında yaşadığımızdan bahsettik, keza öfke. Bu yakında çıkacak olan mini kitapta ben tek tek bu duygular üzerinde duruyorum. Genelde siyaset bilimciler duygu analizi yapmazlar. Çünkü duygu çok soyut bir şey olarak algılanıyor ya bizde. Daha verilere dayalı, istatistiklere dayalı, ölçülebilir bir siyaset bilimi egemen. Ama ben bir yazar olarak duyguların çok önemli olduğunu düşünüyorum ve bence insanoğlu, Ademoğlu veya Havvakızı, Doğu-Batı nereye bakarsan kadın da erkek de duygusal varlıklarız. Kadın da erkek de dememin sebebi genelde kadınların duygusal olduğu zannedilir bence erkekler de çok duygusal yaratıklar. Hepimiz öyleyiz, insanız çünkü. Bunu söylemekten kastım şu yaşadığımız çağ bizde birçok endişe uyandırıyor. Çok karmaşık bir dönemden geçiyoruz. Her gün bilgi bombardımanı altındayız ve baş edemiyoruz aslında. Bizim kaygılarımızı arttıran pek çok şey var ve popülist demagoglar böyle dönemlerde ortaya çıkıyor. Demagog diyor ki ben her şeyi kolaylaştıracağım, siz beni takip edin ve bunu milliyetçilikle yapacağım ya da dincilikle yapacağım ya da benim altın bir formülüm var, şuculuk, buculukla yapacağım ve demagogun peşine takılmak maalesef çok kolay ve bu kalıbı birçok ülkede görüyoruz.

C.E: Çaresizlik, sıkışmışlık duygusu toplumlara bu tür yanılgılara yönlendiriyor o zaman. Tarihsel olarak baktığımızda da bu söylediğin doğrulanıyor.

E.Ş: Bir de endişe de tabi. O da çok büyük bir faktör, şu anda da tüm istatistiksel çalışmalar gösteriyor ki, çok endişeliyiz. Her yaştan kiminle konuşursan konuş, ekonomik endişelerimiz var, yarına dair endişelerimiz var, varoluşsal endişelerimiz var. Şimdi böyle bir dönemde birçok insanın tepkisi o zaman duvar örelim, kapıları kapatalım. Kendi içimize çekilelim. Maalesef bu tepki daha da büyük milliyetçiliğe yol açıyor, kendi içinde daha da büyük bir çekilmeye yol açıyor. Ama tüm bunları açma sebebim, ne yazık ki popülist demagoglar için altın bir çağ, içinde yaşadığımız bu çağ.

“Türkiye’yi yüreğimde hissediyorum”

C.E: Söylediğin gibi yine de edebiyatta ayrılmıyoruz, sivil toplum etkinliklerine önem veriyoruz, olabildiğince sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Demokrasiye, insan haklarına, özgürlüklere inananlar için böyle; bu insanların sayısının da artmasını bekliyoruz. Yani tabi bilmiyorum ne zaman rüzgâr değişecek ve bu endişe dönemi sona erecek. Çünkü bunu hem Türkiye’de hem dünyada sıcak hissediyoruz. Yani mesela lafı dolandırıp duruyoruz ama Türkiye’de de durum çok net, Türkiye’de de çok ciddi sıkıntılar var. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü alanında sorunlar var yahut büyük bir kamplaşma, kutuplaşma iklimi var, siyasi gerilimin çok yoğun olması söz konusu. Sen nasıl gözlemliyorsun Türkiye’yi. Biraz da hem dışarıdan hem içeriden bakıyorsun aslında. Hem Türkiye’nin entelektüeli olarak hem de İngiltere’de yaşayan birisi olarak.

E.Ş: Ben Türkiye’yi aslında dışarıdan gözlemlemiyorum ben Türkiye’yi yüreğimde hissediyorum. Bazen bence insanlar bunu kaçırabiliyorlar. Yurtdışında olmak demek fiziksel olarak, ruhsal olarak, zihinsel olarak ırak, uzak olmak demek değil. Tam tersine belki Türkiye’de olsam okumayacağım insanları okuyorum merakla, takip ediyorum. Çünkü bir gurbet duygusu var, bir hasretlik var be nasıl görüyorum bir kere yürek sızısıyla değerlendiriyorum. Çünkü biz o kadar hızla geriye gittik ki, bunun lamı cimi yok, çok ortada. Türkiye ne yazık ki ifade özgürlüğünde, insan hakları ve basın özgürlüğü ihlallerinde hiç olmaması gereken listelerde artık tepelerde. Eskiden Rusya, Çin konuşulurdu, şimdi Türkiye aynı konumda. Eğer bakarsak ölçümlere çok büyük haksızlıklar, hukuksuzluklar maalesef var. Bence en büyük zararlardan birisi de insanlardaki yalnızlık duygusu, çaresizlik duygusu, sivil toplumun tarumarı oldu. Kadın derneklerinden tut, çocuk derneklerine kadar, Türkiye’de yazmak, çizmek, düşünmek ne kadar zorlaştı. Barış Akademisyenleri niçin işlerini kaybetti, niçin pasaportlarına el konuldu, bu insanlar ne yaptı bir barış dilekçesine imza atmak nasıl suç olabilir? Diyecek o kadar çok lafım var ki ve ben bunları söylüyorum da yazıyorum da sosyal medyada da paylaşıyorum. O anlamda hiçbir şekilde kopuk değilim ve büyük bir yürek ağırlığıyla takip ediyorum Türkiye’de olan biteni.

C.E: Türkiye içinde dünyadan bağımsız bir şey söyleyemiyoruz tabi. Bütün bu endişe ve umutsuzluk halinin geçmesiyle tekrar demokratik yola tüm gücüyle dönecektir diye umut ediyorum ben. Başka söyleyebileceğim bir şey var mı bilemiyorum doğrusu.

E.Ş: Bana burada Türkiye ile ilgili olarak çok sık sorulan bir soru var. ‘Türkiye ile ilgili ne kadar karamsarsınız, ne kadar iyimsersiniz?’ diye soruluyor. Ben hep “Eğer Türkiye’nin siyasetine ve siyasetçilerine bakarsam çok karamsarım, yüreğim kararıyor o zaman; ama insanlarına bakarsam, gençlerine, azınlıklarına, kadınlara bakarsam, bambaşka kökenlerden gelen insanlarına bakarsam bizim memleketimizin, o zaman iyimserleşiyorum” diyorum. Çünkü aynı zamanda inanılmaz güzel insanlar, yürekli, vicdanlı insanlar var, belki onların sesleri o kadar gazetelere yansımıyor, yurt dışında duyulmuyor ama bu insanlar var. Onun için biraz karamsarlaştığımızda biraz insana dönmek, biraz insana yönelmek, birbirimizle iletişim kurmak zorundayız. Oradan alacağız herhalde iyimserliğimizi.

C.E: Bu kadar siyaset konuştuk güncel durumla ilgili de görüşünü alayım madem. Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi Twitter, sosyal medya, internet, her yeri kasıp kavuruyor şu anda. Bu konuda haberdarsındır belki, mahkeme kararı yayınlandı. Tam biz yayına hazırlanırken bu gelişmeler oldu, sen ne düşünüyorsun?

E.Ş: Cem biliyorsun bu uzun zamandır tartışılan bir şey, belki şu anda sıcağı sıcağına haber değeri taşıyor ama tartışmanın kendisi ne yazık ki çok uzun. Ben şöyle düşünüyorum, bizim topraklarımızda bir çok kültürün, medeniyetin izi var ve benim gönlümden geçen söylem, yaklaşım bütün bu kültürleri kucaklayan bir yaklaşım. Dinin bir söylem olarak, siyasi bir alet olarak kullanılmasından çok rahatsız oluyorum, milliyetçiliğin nasıl kabartılmasından hoşlanmıyorsam dinciliğin kabartılmasından da hiç hoşlanmıyorum. Bir kadın olarak bundan endişe duyuyorum. Ayasofya’nın bir geçmişi var, farklı dinlerin, kültürlerin izi var bu mimaride biz bunların hepsini yok sayıyoruz öyle mi? O yüzden ben mutlu değilim bu tartışmalardan, keşke müze olarak kullanabilseydik, keşke o müzenin içinde Ayasofya’nın farklı tarihsel aşamalardaki hallerini gösterebilseydik, kucaklayabilseydik, onun içinde Hıristiyanlara da Müslümanlara da dindar olmayanlara da eşit yer olsaydı keşke, keşke böyle bir söylem geliştirebilseydik, ama biz bunu yapamıyoruz. Maalesef revaçta olan söylem dincilik.

“Laikliğin kaybolması özellikle kadın haklarını ve azınlıkları etkileyecektir”

C.E: Yani aslında Ayasofya’da mozaikler de hat levhalar da duruyordu. Hatta bir bölümünde namaz da kılınabiliyordu, tüm dinlerin ibadetine açık olmasa da. Türkiye’deki Ermeni Patriği de “ibadete açılsın ama hem Müslümanların hem Hıristiyanların ibadetine açılsın” diye eli arttırmıştı. Aslına bakacak olursan bu bana laik bir çıkış değil, tam tersi daha bir dinci bir çıkış gibi geldi. Müze fikri her zaman çok daha iyi aslında. Şu anda Ayasofya’nın ibadete açılmasını tartışıyor olmamız Türkiye’deki siyasi çatışma katmanlarıyla ilgili bir şey. Yani dinci, İslamcı düşünceye sahip olanlar laikçi düşünceye sahip olanlardan intikam almak için Ayasofya’nın ibadete açılmasını istiyorlarmış gibi. Bahsettiğimiz kamplaşmanın yeni bir ürünü gibi. Bunun örnekleri çoğaltılabilir Türkiye’de.

E.Ş: Yani bizde tarih bilinci yok, çoğulculuk bilinci yok, çoğulculuğa saygı yok. Ben çoğunluğum o zaman benim borum öter, ben ne istersem onu yaparım duygusu var. Bununla hiçbir şeyi çözemeyiz. Bence müze olarak kalmalı ve o müzenin kapıları herkese açık olmalı. Müslümanlar da ziyaret edecek, Hıristiyanlar da ziyaret edecek, Yahudiler de ziyaret edecek, Hindular da ziyaret edecek Ateist de ziyaret edecek ve orada biz bir tarihini göreceğiz bu yapının, bu binanın, önemli mimari şaheserin Böyle bakamıyoruz, yani tüm insanlığa mal edemiyoruz bir türlü. İllaki benim kabilem, benim tarafım, benim kesimim, böyle bir vurgu var. Ben onu çok tehlikeli buluyorum. Laiklik konusunda da bir şey söylemek istiyorum, bence kadınların laikliğe çok sahip çıkması lazım. Çünkü laikliğin kaybolması özellikle kadın haklarını ve azınlıkları etkileyecektir. Ben çok önem veriyorum laikliğe. Aynı zamanda hep köprüler kurmaya inanan bir insan oldum, nasıl ortak bir dil yakalarız, bunu önemsedim. O yüzden de Türkiye’de yaşanan gelişmelerden çok üzüntü ve endişe duyuyorum.

C.E: Bunu biraz açsana, özellikle kadınlar açısından endişe duyuyorum dedin. İkinci kere vurguluyorsun çünkü.

E.Ş: Biz mesela biliyoruz ki son 10 yıl içinde kadına yönelik şiddet Türkiye’de çok arttı. Bu bir tesadüf değil, toplum hırçınlaştıkça, kapandıkça, milliyetçiliğin, bağnazlığın dili keskinleştikçe, kadın erkek eşitliği de zarar görür bundan. O kadar önemli ki bu, maalesef biz şu düzeyde tartışıyoruz Türkiye’de, siyasetçiler çıkıp diyebiliyorlar ki “canım kadın ve erkek hiç eşit olur mu, o zaman kadınlar da çıksın maratona katılsın”. Kadın erkek eşitliğinden bahsederken bunu kastetmiyoruz, eşitlik aynılık demek değildir, bu kadar basit düzeyde ben artık açıklama gereği duyuyorum. Cem, seninle ben eşitiz, bu demek değil ki aynıyız. Senin benden daha iyi yaptığın şeyler var, benim senden daha iyi yaptığım şeyler var, ama insan olarak sen ve ben eşitiz. Hukuksal haklarımız açısından, yasalar önünde demokrasi önünde eşitiz. Bunu söyleyebilmek. Ben artık Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nden alıntılar yapıyorum. Bu düzeyde eşitliği açıklamak zorunda kalıyoruz. Ben endişe duyuyorum, çünkü demokrasinin kaybı, insan haklarının kaybı aynı zamanda kadın haklarının da elden gitmesini hızlandırıyor. Ben feministim. Beni iki kadın yetiştirdi, annem ve anneannem. Her zaman önem verdim, seneler boyu hayatımda çok izi var feminizmin. Ve ben şöyle bir feminizme inanıyorum, kapılarını açan, kız kardeşlik kültürünü yeşertebilen ve farklı kesimlerden kadınları birleştirebilen bir söylem, bir yaklaşım buna bence çok ihtiyacımız var. Sadece Türkiye’de değil tabi, tüm dünyada.

C.E: Peki ‘Bu bölünme çağında aklımızı nasıl koruyabiliriz’ diye özetlediğin yeni kitabından bize biraz daha bahsedebilir misin?

E.Ş: Yazar Doris Lessing’in bir sözü var, beni çok etkileyen. Nobel ödüllü İngiliz yazar. O vefatından önce şöyle bir söz etmişti: “Edebiyat, hadiseler olup bittikten sonra geriye bakarak analiz etme sanatıdır.” Tabi ki çok haklı yani bir şeyler yaşanıyor, büyük hadiseler yaşanıyor ve yazarların bir süre geçmesine ihtiyaçları var ve geriye dönüp analiz ediyoruz. Ama içinde yaşadığımız dönemde artık her şey o kadar hızlı değişiyor ki hadiselerin bitmesini beklemeye vaktimiz yok artık. Yazarlar olarak şu ana da yanıt vermemiz gerekiyor. Dolayısıyla edebiyat hem geriye dönüp bakma sanatı olmak zorunda hem de bugüne bakma sanatı olmak zorunda. Ve kitap bundan hareketle, bu düşünceden hareketle oluşturuldu, ben bugüne nasıl cevap veriyorum? İçinde kişisel hikayeler var, siyasi ve kültürel analizler var ama özellikle içinde yaşadığımız çağa bir edebiyatçı nasıl yanıt veriyor, bundan hareketle çıktı.

C.E: Bu kitap tam olarak ne zaman çıkacak İngiltere’de?

E.Ş: İngiltere’de ağustosta çıkacak.

C.E: Türkçesini sence ne zaman okuyabilir Türkiyeli okurları?

E.Ş: Birlikte tabi çeviri üzerinde çalışacağız, biliyorsun ben çeviri bittikten sonra onu ele alıp her şeyi yeniden yazıyorum.

Türkiye’de çok değerli bir okur kitlesi var

C.E: Herhalde Türkiye’de de biz bunu altı ay sonra gibi yayınlarız. Senin şimdi her yerden okurların var, biz yayının başında da biz sosyal medyanın acemisiyiz dedik ama sen tabi çok iyi bir sosyal medya kullanıcısısın. Twitter’ına, Instagram’ına bakıyorum dolu dolu, orada bu uluslararası yazar kimliğini görmek de çok mümkün. Sadece iki dilli olduğu için değil, dünyanın her yerinden okurlarınla irtibat içinde olduğun için. Ben onu merak ediyorum, biz senin kitaplarını severek okuyoruz, sen 90’lı yıllardan beri Türkiye’de yazıyorsun, 2000’lerden beri etkili bir yazarsın, ama dünyanın pek çok başka yerinde de okunuyorsun. Şu anda dünya çapında bir yazarsın. Sanıyorum BBC röportajıydı, Türkiye’nin dünya çapında en çok tanınmış kadın yazarı olarak tanıttı seni, ki bu doğru bir tespit. Peki dünyanın farklı yerlerindeki okurlar, aynı kitabı nasıl farklı algılıyorlar acaba? Nasıl farklı reaksiyonlar alıyorsun? Hintli okurlar nasıl okurlardır, İngiliz okurlar nasıl okurlardır, Kuzeyli okurlar nasıl okurlardır Elif Şafak kitaplarını okurken? Bizimle paylaşır mısın, ben merak ediyorum.

E.Ş: Benim için o kadar duygusal bir şey ki bu, bir kere çok büyük bir şükran duyuyorum. Okurlardan gelen mektuplar, fotoğraflar, mesajlar inanılmaz sevgi dolu. Bu senelerdir böyle oldu. Dediğin gibi kültürden kültüre çok değişebiliyor, mesela Pakistan’dan ya da Hindistan’daki okurdan gelen mesajlar çok daha duygusal olabiliyor. Genellemek istemiyorum gerçi, kişiden kişiye değişiyor tabi ama… Dünyanın bambaşka yerlerinden insanlar, senin bir odaya kapanıp haftalarca, aylarca, senelerce ürettiğin bir hikâyeyi seviyorlarsa o hikâyeyi romanı alıp annelerine, teyzelerine, kapı komşularına veriyorlarsa okumaları için, bu çok güzel bir şey. Ve bence eğer bugün edebiyat- bu arada içinde yaşadığımız çağı unutmayalım, biz şu anda hız çağında yaşıyoruz, her şeyin hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz – buna rağmen roman sanatı hayattaysa bence bunu biz okurlara borçluyuz. Türkiye’de o kadar değerli bir okur var ki, tabi gönül ister ki çok daha fazla insan okusun maalesef böyle değil, ama okuyan kesim tutkuyla okuyor. Sadece okumakla da kalmıyor bunu paylaşıyor. Başkalarına tavsiye ediyor, bazen elindeki kopyayı veriyor, aynı kopyayı birden fazla insan okuyor, bu tür paylaşımları ben çok önemli buluyorum. Belki soyut bir şeyden bahsediyorum ama bence edebiyatı ve yayıncılığı ayakta tutan okurlar.

C.E: Tabi ki öyle, hepimizin velinimeti. Biz yayıncılar, siz yazarlar… Yazar, sanatçı onu okuyacak hiç kimse olmasa da üretebilir, işin öyle bir yanı var, biraz teorik olarak böyle… ama pratikte marifet de iltifata tabi. Bir yazarın yazdıklarını sonunda biriyle paylaşacağını bilmesi onun en büyük motivasyonu. Dolayısıyla okurlar tabi ki çok önemli. Türkiye’deki okurların da seni çok özlüyor Elif Şafak. Ne dersin? Ne zaman seninle aramızda kameralar olmadan buluşacağız?

E.Ş: Ben de o kadar özlüyorum ki inan. Türkiye’de imza günleri yapmayı, birçok şehri dolaşmayı, birçok yere gitmeyi, farklı kesimlerden okurlarla buluşmayı inan çok özledim. Umuyorum yakında.

C.E: Gerçi şu anda bu pandemi dolayısıyla her şey durmuş vaziyette. Kitap fuarları, gerçekten harika bir hal almıştı Türkiye’de bir modaya dönüşmüştü, bütün belediyeler kitap fuarı düzenliyordu ve 80 tane 100 tane kitap fuarı Anadolu’nun her yerindeydi. Yazarlar geziyor, kitaplar geziyor fakat hop bitti. Şimdi kasım ve aralık aylarında TÜYAP arka arkaya Diyarbakır, İzmir, İstanbul fuarlarını düzenleyecek ama insanlar gidecek mi, inşallah gidebilecek. Umarız pandemi hızını kesecek, biraz insanlara güven gelecek ve buralara gidecekler. Ama kitabevlerindeki imzalar durdu, her tür yazar etkinliği söyleşisi durdu, şimdilik bununla idare ediyoruz. Ve yeni roman! Tamam hemen başlamıyorum dedin ama 10 Dakika 38 Saniye yazılalı epey oldu. Arada “Bölünme Çağında Aklımızı Nasıl Koruyabiliriz” diye adını çevirebileceğimiz güzel deneme kitabını yazdın. Yeni romana dair bir şeyler kıpırdıyor mu acaba?

E.Ş: Kıpırdıyor tabi, yeni romana dair söyleyecek şey var da biraz beklemem gerekiyor. Bu konuda yazarlar iki farklı yaklaşım benimsiyorlar herhalde. Bir yol, bazı yazarlar oturup yazmadan önce kafalarında her şeyi biliyorlar, en azından çatıyı biliyorlar, nasıl kurgulayacağını biliyor vs. Benim yolum hiçbir zaman o olmadı. Ben sezgilerimle yazmayı seviyorum. Ama sezgiyle yazmak demek hiçbir şeyi araştırmamak demek değil, tam tersine yazdığım her konuda çok okuyorum, araştırıyorum, önce bir demleniyor benim içimde. O yüzden şu an henüz erken benim için, ama bir sonraki söyleşide onu açarız. Çünkü o kadar duygusal ve yalnızlık gerektiren bir süreç ki roman yazmak, şu anda ben bile bilmiyorum ne yaptığımı, beş sayfa sonra ne olacağını ben de bilmiyorum. Ben de yazarken karakterlerimi kendim keşfediyorum biliyor musun?

C.E: Biliyorum, sen her zaman anlatırsın senin için yazmanın zahmetli ve yıpratıcı da bir süreç olduğunu. Tamamıyla içine kapandığını ve zorlu bir sürece dönüştüğünü ama eminim ki bundan bir yanıyla çok zevk alıyorsun. Çünkü hepsi roman değilse de 15’ten fazla kitabın var senin, verimli de bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada sen anlatırken şu geldi aklıma, mesela Murathan Mungan, her şeyi not alır, planlarlar, parça parça yazar, mesela Elli Parça diye bir kitabı çıkmıştı hatırlıyorum önümüzdeki 10 yıl içinde yayınlanacak romanlarından parçalardan oluşuyor mesela. Murathan bu anlamda son derece planlı bir yazar, müthiş bir yazar, şair çok da geniş bir yelpazede üretiyor. Ama bir yanıyla karakterin kurgunun yazarı alıp sürüklemesi de bu işin bir parçası sanıyorum.

E.Ş: Bu işin doğrusu yanlışı yok. Murathan Mungan benim çok çok sevdiğim bir yazar, şair ve kalemine her zaman saygı duyarım, dediğin gibi o mesela seneler içinde planlıyor, kimi yazar öyle yapmıyor, kimi yazar çok daha erken başlıyor yazmaya, kimisi 40’larında 60’larında başlıyor. Edebiyatın belki de güzel yanı o, bu işin doğrusu yanlışı yok, ama herkes kendisi için doğru olan yolu bulmak zorunda. Bu işin herkes için geçerli bir formülü yok ben kendi patikamı, kendi yolumu, kendim örmeliyim. Sen biliyorsun tabi, biz geçen sene kitapları farklı logolarla bastık, kaç sene oldu şimdi edebiyatta 25 sene oldu.

C.E: Senin yazarlıkta 25. yılın idi. Hatta 26’ya girdik biz aslında. Sen onu söylerken, geç başlayabilirsin yazarlığa ama ben erken başlanması iyi diye düşünüyorum, onu da gördük. Hem o yolu oluşturmak kolay değil, pek çok şey denemek gerekiyor, hem de şöyle bir şey vardır, klişe olacak belki ama 25 yaşından sonra ustalık ortaya çıkar diye. Genç yaşlarda insanın o gençlik enerjisiyle üretmeye başlaması gerek diye düşünüyorum. 50’sinden sonra romancı olmak bence çok kolay bir şey değil, bu konuda biraz farklı düşünüyoruz.

E.Ş: Evet farklı düşünüyoruz ama romancılık bence hiçbir yaşta kolay değil.

Türkiye’de her şeyi şahsileştirerek saldırma geleneği var

C.E: Evet 25. yılını geçtiğimiz sene kutladık, Mahrem’e özel bir baskı yaptık, sohbetimiz hafif hafif bitiyor, süremiz doldu. Bir de şunu da sormak istiyorum, bir süre önce son derece hadsiz ve çirkin bir saldırıya maruz kaldın. 10 Dakika 38 Saniye’nin başka bir romandan esinlenme olduğuna dair, tamamen yalan ama birdenbire çığ gibi büyüyebildi. Zaman zaman başka yazarların da başına geliyor bu, böyle haksızlıklara maruz kalmak, bu can sıkıcı hikâye daha ne kadar devam edecek, buna nasıl mâni olabiliriz? Sen bu tür durumlarda biliyorum çok üzülüyorsun ama buna dair bir şeyler söylemek ister misin? Kusura bakma bu konuyu açtığım için ama sana çok da haksızlık edildiğini düşünüyorum, medyada ve sosyal medyada.

E.Ş: İyi niyetle soruduğunun çok çok bilincindeyim teşekkür ederim. Bu ilk değil, kaç kez yaşadım ben bunu her romanda, çıkar çıkmaz böyle saldıran bir güruh var ne yazık ki. Çok büyük haksızlık ve çok büyük vicdansızlık olduğunu düşünüyorum. Ne yalan söylemekten ne iftira atmaktan çekiniyorlar. Böyle sırf çamur atayım da izi kalsın diye, hiçbir aslı astarı olmayan saçma sapan iddiaları sosyal medyadan güç alarak taşımaya çalışan bir güruh var, ama bunların her biri, gördüğün her sosyal medya mesajı bir insana tekabül etmiyor onu da düşünmek lazım. Bunların arasında bot ve troller çok fazla.  Aynı mesajın yüzlerce binlerce bot ve troll tarafından çoğaltıldığını girip bakarsan hesaplara o kadar belirgin ki, dolayısıyla bunun bir gerçekliği yok. Ama Türkiye’de yazar olmak, aydın olmak ve Türkiye’de kadın yazar olmak demek maalesef bunlarla tekrar tekrar baş etmek demek. Siyasi, cinsel, kültürel tabular, bunlar kolay konular değil, maalesef bizde keşke doğru dürüst bir edebiyat eleştiri geleneği olsa. Edebiyat eleştirisi ne demektir, kitabı alır insan, okur ve değerlendirir. Der ki kitabın şu bölümlerini beğendim, bu bölümlerini beğenmedim. Böyle söylese saygıyla dinlerim, ama maalesef Türkiye’de kitap okumak değil, edebiyat konuşmak değil, yazara, kişiye, şahsa, her şeyi şahsileştirerek, bayağılaştırarak, çirkefleştirerek saldırma geleneği var. Bununla uğraşmanın anlamı yok. Elbette üzülüyorum ama benim edebiyata olan sevgim, okurlarla olan bağım bambaşka bir şey. Ben kitap yazarken bu güruhları düşünmüyorum ki ben yazdığım hikâyeyi düşünüyorum. Öyle olmasa zaten yazamam ki.

C.E: Bu konuyu açan kişi olarak şu bilgiyi de vermem lazım, bu sana saldırıyı başlatan kişi sosyal medyadan dört tane hesaptı, bu hesaplardan üç tanesi, bunun tamamen yalan olduğu ortaya çıkartıldığında buhar oldular, kapatıldılar, tamamıyla sahte ve birilerinin kötülük olsun diye başlattığı bir şey olduğu ortaya çıktı. Bunların aslında bir önemi yok. Çünkü seni Türkiye’de ve dünyada seven, kitaplarını takip eden binlerce, milyonlarca insan var. Bu tür haksızlıkların seni üzdüğünü biliyorum, ama belli ki kitaplarını severek takip edenler de bunlara direnmeyi mümkün kılıyor.

E.Ş: Bu sadece bana yönelik bir şey de değil. Türkiye’de düşünen diğer isimler için de bu söz konusu. Bakarsak eğer etrafımıza azıcık başarılı olan herkese saldırılıyor. Hangi alanda olursa olsun, ister yemek pişirme olsun, ister tiyatro olsun, ister müzik olsun, bale olsun, her alanda maalesef böyle. Biz pek birbirini destekleyen bir toplum değiliz bu anlamda. Bir de tabi şunu unutmayalım, bizden önce yaşamış yazarlar, şairler, aydınlar neler neler çektiler. Ben Yaşar Kemal’i tanıma onuruna erdim, bende çok izi olan bir yazar. Düşünüyorum Yaşar Kemal neler yaşadı ya da Nazım Hikmet neler yaşadı, Kemal Tahir neler yaşadı, Aziz Nesin neler yaşadı. Daha geçen gün Sivas, Madımak korkunç bir katliamın yıl dönümü diyemiyorum. Böyle bir katliam yaşadı bu ülke. Onun için unutmamak lazım, Türkiye’de yazar olmak zaten hiçbir dönemde kolay olmadı.

C.E: O zaman yavaş yavaş bitirelim, 10 Dakika 38 Saniye’den bu yana Türkiye’de röportajın yayınlanmamıştı, seni özleyenlerle buluşma fırsatı vermiş oldun bize bu yayına katıldığın için çok teşekkür ediyorum.

E.Ş: Takip edenlere dinleyenlere de çok teşekkür etmek istiyorum. Ben çok keyif aldım, bir de en güzel yanı çok doğal bir sohbet oldu, edebiyat da konuştuk, siyaset de konuştuk, kişisel tecrübelerimizi de konuştuk. Çok teşekkür ediyorum sana Cem.

Benzer İçerikler

Yorum Yaz