Mitoloji edebiyat dünyasında cazibesini her dönem canlı tutan bir konu başlığı. Peki farklı coğrafyalarda, farklı kültürel özelliklerle karşımıza çıkan mitoloji hakkında, neyi ne kadar biliyoruz? Psikiyatr ve psikoterapist Dr. Alper Hasanoğlu sizler için rehber niteliğinde bir yazı kaleme aldı…
“Rüyalar insan ruhunun, mitoslar ise,
insanlığın yaşanmışlığının izlerini taşımaktadır.”
Erich Fromm
Mitolojiye Giriş
Psikiyatr ve psikoterapist olduğum için bir mesleki deformasyonla söylemiyorum ama bugün insanlığın genel modern yönelimini belirleyen önemli ölçüde bireylerin ve devletlerin psikolojileridir – bir ekonomist bu dediğime gülümseyerek yaklaşıp ülkelerin bütün yapıp ettiklerinin parayla ilgili olduğunu söyleyebilir ama ben de o zaman ona Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında küçük bir anayasa kitapçığını o zamanki cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in önüne fırlattığı için neden bir borsa krizi çıktığını sorarım –. O küçük anayasa kitapçığının m i t o p s i ş i k bir anlamı vardı elbette.
Büyük Alman yazar ve modern hümanist düşünce tarzının en önemli temsilcilerinden Thomas Mann 1936 yılında yaptığı “Freud ve Gelecek” başlıklı konuşmasında, “Nasıl ki şiir doğuşundan bu yana psikolojiye ilgi duyuyorsa, psikoloji de doğuşundan bu yana mitolojiye ilgi duymuştur” der. Derinlikler psikolojisi bireyin bugününü anlamak için çocukluğuna geri dönerken, “Aynı zamanda –insanın çocukluğuyla birlikte– ilkel olana ve mite de nüfuz etmektedir” diye ekler. Freud da yaşlılık yıllarında, doğa bilimlerinin, tıbbın ve psikoterapinin onun için ifade ettiği büyük önemin yanında, gençliğinde beslediği birincil tutkuya, yani felsefeye ömrü boyunca dönüp dolaşıp geri dönmek gibi bir arzusu olduğunu söylemiştir. Bu anlamda derinlikler psikolojisi tanımındaki derinlik meselesinin z a m a n s a l bir boyutu da vardır. İnsan ruhunun temelleri aynı zamanda ilk çağlardadır. Mitlerin doğduğu ve hayatın ilk normlarının temelinin atıldığı çağları da işaret eder. Mitler, Jung’un çok iyi tanımıyla, bir anlamda her şeyin i l k – ö r n e k l e r id i r . Düş, mitoloji, şiir, din, ruhsal ve bedensel arzularımız, isteklerimiz, ihtiyaçlarımız sandığımızdan çok daha yakındır birbirine, hatta iç içe geçmişlerdir. Ama yine de unutmamak gerekir, ne mitoloji dindir ne din şiirdir ne de şiir psikolojidir. İç içe, birbirini tamamlayan, biri olmasa diğeri eksik kalacak ama tek başlarına da bir anlam ifade eden k ü l t ü r e l alanlardır. İnsanın kültürel bir varlık haline gelmesi m i t o l o j i y l e başlamıştır ve belki de bu yüzden Antik Yunancadaki anlamı s ö z d ü r . Ve hikâye anlatmak zaten kültürel bir etkinliktir de öte yandan.
Bol bol sembol içeren mitoloji –bu nedenle ilk bakışta anlamsız gelen rüyalar kadar karmaşık ve yüzeysel bir bakışla başlangıçta hiçbir şey anlatmayan özelliğiyle– v a r o l u ş s a l kaygılar ve s o r u l a r a verdiği cevaplarla bu kaygılar ve sorular arasına sıkışıp kalmış olan insana yol gösteren i l k i n s a n l ı k b i l i m i d i r aslında. İnsanın kendisine, evrene ve hayata dair yaptığı ilk yapılandırılmış açıklamalarıdır. Bu büyük sorulara değil yalnızca, gündelik hayatın nasıl düzenleneceği konusunda dahi yanıtlar vermeye çalışır mitolojik hikâyeler. Hesiodos’un İşler ve Günler kitabı tam da budur.
Prof. Dr. Aynur Koçak, Alfa Yayınları’ndan 2016 yılında yayınlanmış olan M i t l e r l e Va r o l u ş Y o l c u l u ğ u adlı kitabına bir Aborjin atasözüyle başlıyor: “Hepimiz bu zamanda, bu yerin konuklarıyız. Amacımız gözlemlemek, öğrenmek, büyümek, sevmek. Sonra eve geri döneriz.” Mitler yalnızca geçmişe ait şeyler değildir. Hayat, bizim hayatımız da durmaksızın yeni mitler yaratır. iPhone çoktan mitolojik bir nesneye dönüştü örneğin. Steve Jobs’un hayatı, bu kadar başarılı bir adamın erkenden sona eren hayatı da mitolojik bir k a h r a- m a n l ı k ö y k ü s ü oldu çoktan; gerçek hayat hikâyesi parçalarıyla birlikte şaşkınlık yaratan ama belki gerçeği biraz çarpıtan bir anlatım biçimiyle. Ama ö l ü m var. Aslında ölüm o l d u ğ u i ç i n mitoloji de var diyebiliriz. Rockefeller 200 yaşına kadar yaşamak için yedi kalp transplantasyonu geçirmiş ama umduğundan çok daha erken, 102 yaşında ölmüştü. Ölüm var ve bu trajik gerçekliği kabul edebilmek ancak yaşamakla mümkün. İnsan, kendi ruhsal yapısını anlamak için durmaksızın mit üretmiştir ve bugün de üretmeye devam etmektedir. Sinemaya da modern mitoloji denmesinin nedeni budur. Yani durmaksızın mit üretilmektedir. İnsan bilinçdışıyla uyum içinde sembolik hikâyeler yoluyla kendine hayatın ve evrenin içinde bir yer bulmaya, orada bir yerlere yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle kendimizi ve insanı anlama çabalarımızı sadece belli bir zamana ve mekâna sınırlamak, burada ve şimdide kalarak acılarımızın manasını ve nedenlerini anlamak mümkün değildir. Bunu en başında fark eden Carl Gustav Jung, geçmişi yani mitleri bilmenin insan davranışının kökenini bilmek için gerekli olduğunu söylemiştir. Ama o kendi içindeki çelişkilerle –hatta sonunda psikotik bir hal alan– çatışmalarla durmaksızın boğuşan ve Tanrı meselesini kendi içinde bir türlü halletmeyi beceremeyen bir insandı. Sonrasında kafası çok karışık bir dahi olarak daha da karmaşık bir psikomitoloji yaratıp işi kendisi için dahi içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Bunun için Kırmızı Kitap’ın orijinal haline bakmak gereklidir maalesef. Türkçedeki kötü ve eksik çevirisi yeterli değildir Jung’un yaratıcı kafa karışıklığına vakıf olabilmek için.
Modern insanı anlamak için önce kadim insanı ve insanlığı anlamak gerektiğini bilen ve düşünen ilk psikiyatr Jung değildir elbette. Freud da aynı görüştedir ve zaten hemen hemen bütün önemli psikanalitik terimlerini mitolojik kahramanları kullanarak anlatmayı seçmiştir. Freud’da Jung’u ve dönemin diğer önemli psişe araştırmacılarını rahatsız eden en önemli şey, onun o güne kadar tabu olarak görülen bir konuya, cinselliğe, özellikle de kadın cinselliğine el atmış olmasıdır[1]. Freud’un, dini de cinsel dürtülerin bastırılmasının nörotik bir ifadesi olarak görmesi, Jung’u Freud düşüncesinde uzaklaştıran etkenlerden biri olmuştur. Prometheus’un ateşi çalıp insanlığa hediye etmesinden sonra Zeus’un ona verdiği ceza, her gün bir kartalın onun karaciğerinin bir parçasını yemesi ve o parçanın gece boyu tekrar büyümesi sonrası aynı ritüelin sonsuza kadar devam etmesidir. Freud bu efsaneyi, insandaki libidinal arzuların yenilenmesini ve sürekliliğini açıklamak için kullanır.
Bu arada işin kötü yanı, mitolojik bir kahraman olmak için ölmüş olmak gerekiyor olmasıdır. Yaşayanlar her an saçma sapan bir şeyler yaparak etraflarında yarattıkları haleyi darmaduman edebilirler ve çoğunlukla da bunu yaparlar. Ayrıca kimsenin mitolojik bir kahramana dönüşmek için bir an önce ölmeyi isteyeceğini sanmıyorum. Bunu ne Sokrates istemiştir zamanında –hele eline baldıran zehri dolu kadeh tutuşturulduğunda– ne de Nietzsche; neredeyse hiç kimse tarafından anlaşılmadan ve aslında en yakınları tarafından bile dışlanarak binlerce sayfa yazıp, kimse tarafından doğru dürüst sevilmeyip tutkulu ve ama karşılıksız bir aşk yaşadıktan sonra ölüp giderek ve gitmeden önce delirerek mitolojik bir kahramana dönüşmeyi kesinlikle arzu etmemiştir. Aksine o anlaşılmak, anlayabilmek ve yaşadığı zamandaki d é c a d a n c e ’ ı[2] gördüğü gibi anlatabilecek yeni bir kültürün, Batı uygarlığının Antik Yunan’a dayanan yüce değerlerinin yeniden hayat bulduğunu görmeyi arzu ederdi.
İnsanlık ilk düşünmeye başladığı andan beri birkaç basit ama bazıları yanıtsız kalmaya mahkûm soruyu cevaplamaya çalıştı. “Neden varım? Evreni kim ve nasıl yarattı? Gök neden gürler, şimşek neden çakar? İnsan neden dünyaya gelir ve nasıl? Ölümsüzlük mümkün mü? Madem öleceğiz ve büyük olasılıkla acılar çekerek öleceğiz, neden doğuyoruz? Ölümden sonra ne oluyor?” Bütün bu sorulara verilmeye çalışılan yanıtların e v- r e n s e l b i l i n c i n altyapısını oluşturduğunu görürüz, geriye dönüp baktığımızda.
İnsanın yanıtlamaya çalışırken en fazla zorlandığı soru yaratılışla ilgili olandı. Bu sırrın yanıtı doğada olmalıydı, çünkü doğadaki hızlı değişimi izleyebilecek kadar zamanı vardı insanın. Güneş doğuyor, batıyor, onun yerine ay doğuyordu. Bazen bulutlar her ikisinin de önünü kapatıyordu. Yaz oluyordu, kış oluyordu. Sonra tekrar ilkbahar oluyordu ve ölüp giden bitkiler yeniden canlanıyordu. Eğer bitkiler yeniden doğuyorsa, insanın da yeniden canlanıyor olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Ama nasıl? Çünkü hiçbir insan yeniden doğduğu ya da geçmişte yaşadığıyla ilgili bir şey anımsamıyordu. Gençken ve o kadar büyük bir enerjiyle doluyken yapabildiklerimizi yaşlanınca yapamıyorduk ve bu çok can sıkıcıydı. Neden ölüyorduk?
İnsanların bütün bu varoluş ve yokoluşla ilgili hikâyeleri sözel olarak durmaksızın dolanıyordu hayatın içinde ve bu hikâyelere eski Yunancada m y t h o s [3] deniyordu. Mitler, “İnsanlığın ilk bilim kuramları” olarak da yorumlandı, “Tarihin her döneminde varlığını sürdürmüş yaşayan olgular” olarak da. Erich Fromm, “Mitler, dinsel ve felsefi çekirdeğin sembolik ifadesidir” derken, Bilgin Saydam mitleri, “Bireyleri ve toplulukları bütünlükler içinde tutan çerçeve ve eksen” olarak tanımladı. Peki, “Yaşadıklarımızı ve başımıza gelen şeyleri anlamadığımızda uydurduğumuz ve onları tekrarladıkça kendimizin de inanmaya başladığı ve hayatın belirsizliğini ortadan kaldırdığı için ruhsal olarak rahat etmemize neden olan hikâyelerdir mitler” diyemez miyiz?
Malinowski mitlerin bir ihtiyaçtan doğduğunu iddia eder. Evet, mutlaka başlangıçta çeşitli ihtiyaçlardan doğmuş olabilir ama daha sonra mitolojik hikâyelerin gerçekdışılığının verdiği zevk ve tattırdığı haz ihtiyacın önüne geçmeye başladı ve h a z z ı n d a e r d e m i n d e k aynağı bir süre için mitolojik hikâyeler oldu. İnsan yalnızca ihtiyaçlarını karşılamak için yaşayan bir varlık olsaydı çok sıkıcı olurdu hayat. Oysa her şeye rağmen, hayatta kalmanın zorluklarına, çekilen acılara, ölümün kaçınılmaz varlığına rağmen gülmeye, eğlenmeye, şarkı söylemeye, sevişmeye çalışıyor insan, zaman bulabildiğinde.
Mitolojik hikâyelere baktığımızda en şaşırtıcı durum, dünyanın o zamanlar birbiriyle ilişkisinin olmasının mümkün olmadığı bölgelerde benzer hikâyelerin uydurulmuş ve benzer amaçlarla kullanılıyor olmasıydı. Bu nedenle Carl Gustav Jung ve onun gibi düşünen kimi bilim insanları a r k e t i p l e r d e n ve t o p l u m s a l b i l i n ç d ı ş ı n d a n bahsetmeye başladılar. Oysa bu toplumsal bilinçdışı olarak adlandırılan durum, insan tekinin benzer eksikliklere ve yoksunluklara sahip olmalarından dolayı benzer mitolojik hikâyeler aracılığıyla, haz verici, heyecanlandırıcı bir şekilde, yani edebî olarak, yaşadıkları duygusal boşluğu doldurma, güvensizlik, belirsizlik duygusuyla başa çıkma çabalarıydı.
Bu uzunca giriş, insanın psikolojik tarihini mitolojik öyküler üzerinden yazmaya çalışmamın nedenlerini açıklamaya çalışmaktı. Bir sonraki yazıda insanlık tarihinin en eski sorusuna, e v r e n i n y a r a t ı l ı ş h i k â y e s i n e dönecek ve yavaş yavaş bugüne geleceğiz.
[1] Karısı Martha’yı kız kardeşine, “kocamı tanımasam sapık zannedeceğim” diye yakındıracak kadar hem de.
[2] 19. yüzyılda yaşanan ahlaki yozlaşmayı bu terimle tanımlıyordu Nietzsche.
[3] Eski Yun. söz, söylev veya anlatım anlamına gelir.
Alper Hasanoğlu Hakkında:
Alper Hasanoğlu 1967 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Türkiye’de fizyoloji, İsviçre’de psikiyatri ihtisası yaptı. 2010 yılında Türkiye’ye dönerek kurmuş olduğu TherapiaSophia çatısı altında ekibiyle birlikte klinik çalışmalarına devam etmektedir. Yazarın Bir Terapistin Arka Bahçesi, Aşkın Halleri, İlişkilerin Günlük Hayatı, Hayat ve Diğer Hastalıklar, Çocuklukta Rezilyans (Dr. Şirin Seçkin’le birlikte) adlı beş kitabı bulunmaktadır. İki çocuk babasıdır.
1 Yorum
Çok güzel özetlemilsiniz…mitleri.. yakından takib ediyorm sizi… Therapiadaki okumalarınızda çok hoş … Yalnız mikrofana daha yakın. VE daha yavaş okursanız.. daha hoş bir hava olur sanki..🙈 naçizane sadece fikrimş söylemek istedim.. amacım eleştirmek değil.. yanlış anlaşılmasın lütfen.. haddimde değil zaten.. sevgiyle kucaklıyorm sizi .. iyikise varsınız👍 bu arada okumak iyi gelşr sayfasıda çok başarılı olmuş çok gğzel kaynaklar var . Ellerinşze sağlık