Edebiyat dünyasında 2021 yılının en çok ilgi çeken kitapları arasında yer alan “İşitiyor musun Memet?” üzerine K24’ten Mesut Varlık, kitabın yazarı Sibel Oral ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi…
Sibel Oral’ın yıllar süren emeğinin ürünü olarak yayımlanan “İşitiyor musun Memet?” bir yanıyla çokça gecikmiş bir merhaba kitabı, bir yanıyla bundan sonra Nâzım Hikmet’in oğlu ve ressam Mehmet Hikmet üzerine hazırlanan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Kitapta yer alan bazı açıklamalar büyük tartışmalar yarattı. Fakat Mehmet Hikmet hakkındaki bir kitabı biz yine Memet Fuat üzerinden konuşmuş olduk…
Memet Fuat olmasaydı Nâzım Hikmet külliyatı kim bilir ne halde olurdu! Onun bu toplamdaki emeği ve önemi tartışmasızdır. Öte yandan bu polemiklerin ötesinde, yıllarca kendisini hep geride tutan, gizleyen, saklayan Mehmet Hikmet’e ilk kez yaklaşabilmek imkânını sunuyor “İşitiyor musun Memet?”. Gazeteci-yazar Sibel Oral ile kitabın hazırlanış sürecini, Mehmet Hikmet’le kurduğu ilişkiyi konuştuk. Mehmet Hikmet’i biraz olsun işitebilmek, anlayabilmek için…
“İşitiyor musun Memet?” kitabının fikri nasıl filizlendi? Kitabın hazırlanma süreci nasıl geçti? Arşivlere erişmek, tanıklarla görüşmek, seyahatler, notlar… Vazgeçme noktasına geldiğin oldu mu hiç?
Burada sorduğun son sorudan başlayayım Mesut. Evet, vazgeçme noktasına geldiğim çok zaman yaşadım ama burada bir parantez açayım: Ben Mehmet’i yazmadan önce yaşadım. Önce yaşadım, sonra yazdım Mehmet’i. Belki bu yüzden vazgeçme noktalarım oldu. Kitapta da var, “Tanımayayım ben seni, bu yükten kurtulayım” diyerek geri çekildim ama bir şekilde geri döndüm. Onun hayatında önemli rol oynayan dostlarıyla ve hayatına değen, Mehmet’in hayatına değdiği birçok insanla görüştüm. Ona iş bulmaya çalıştığı Selpak satan kızdan berberine, ilk kız arkadaşından bir nevi babalık yaptığı Max’a kadar… Bunlar dünyanın birçok yerinde yaşayan insanlar. Bazılarıyla Varşova ve Roma’da görüştüm, bazılarıyla Büyükada’da ve tabii ki İstanbul’da. Mehmet’i yazmaya karar vermedim; onu dostlarından, tanıyanlardan dinledim; dinlediklerimle bir süre yaşadım ve sonra yazdım. Bu yolculukta kendi yaşadıklarımı da yazdım. Bu kitabın filizlenmesi ise Mehmet’in ölümü ile başladı, daha doğrusu o zaman hayatıma girdi Mehmet. 50 yıla yakın zamanda onun hayatının tanığı olan Gündüz Vassaf bana onu anlatmaya başladı. Arkadaşı ölmüştü. Arkadaşını ölümle kaybetmeyi vaktiyle ben de yaşamıştım. Aslında ben o sıra başka bir hikâyeyi, başka bir romanı yazma derdindeydim. Bugüne kadar yazdığım üç kitabın da ortak noktası “kimlik”ti. Mehmet’e de atfedilen o kadar çok kimlik vardı ki… Böylece yolculuk başladı.
Bu yolculuğun sonunda ise şunu gördüm: Ressam ve Nâzım Hikmet’in oğlu olmasından azade bir insanla tanıştım; Mehmet’le, bir roman karakteri olabilecek bir insanla. Bu sebeple kitabım tipik bir biyografi gibi değil, kurmacayla gerçeğin birbirine karıştığı bir tür oldu.
Mehmet Hikmet üzerine literatürümüzde pek bir kaynak bulunmuyor. Buna biraz da kendisi yol açtı denebilir. Daima geride durmayı seçen bir sanatçı hakkında çalışmanın kolaylıkları ve zorlukları nelerdi?
“Sanatçı” olarak tanımladığın için bu kitabın yolcusu ve yazarı olarak teşekkür ederim. Onu bir ressam olarak öne çıkarmak gibi bir gayem olamadı. Ben sanat tarihçisi ya da eleştirmeni değilim, sıradan bir sanat izleyicisiyim, üstelik Mehmet sanat dünyası içinde aktif ilişkiler içine hiç girmemiş. Mehmet Hikmet varlığını, kimliğini yaptığı resimler üzerinden kurmuş ama bunu kitlelere duyurmak, bir sanatçı olarak tanınmak için can atmayan bir tarafı var. Yapıyor ve bırakıyor. İmza atmıyor ya da resimlerini dağıtıyor. Mehmet Güleryüz, Abidin Dino, Melih Cevdet Anday ve Orhan Pamuk’un Mehmet’in resimleriyle ilgili yazdığı yazılar var, onları kitaba aldım. Özellikle Abidin Dino’nun yazdıkları tam da Mehmet’in resimlerinin dünyasını anlatıyordu bana kalırsa.
Şöyle demiş Dino: “Elleri ayakları bunca iri kişilerin ne dediklerini bilmiyorum, ama gayet konuşkan hepsi de, bir şeyler anlatıp duruyorlar kendi kendilerine ve bize. Anlar gibi oluyorum: Sınırlara, yasaklara, bayağılıklara, aptallıklara içerliyorlar, oradan oraya koşuyorlar, can havliyle. Değil mi ki düşünsel ya da somut, acımasız engeller var karşılarında. Kavgayı sürdürecekler inadına. Başka n’etsinler, tepinip duruyorlar çağın fırtınalarına kapılmış bu insanlar, çaresizliğe karşı direniyorlar, boyadan ve çizgiden ibaret olsalar bile…” Dino’nun bu cümlelerini Mehmet’in hayata bakışıyla bir tutuyorum.
Bir gün Mehmet “ressam” olarak tanınacak mı? Tanınmalı. Ama ne resim hakkında konuşmuş ne de resimleri üzerine akademik çalışmalar var. Evet, kendi tüm bunlara teşne olmamış. Türkiye’de Siyah Beyaz Galeri’nin ona dair hazırladığı bir sanatçı kitabı olacak. Sera Sade daha Mehmet ölmeden bununla ilgili çalışmaya başlamış. Münevver Andaç’ın da hayaliymiş bu. Mehmet kendisi yaşarken yapılmasını istememiş. Fransa’da da ayrıca bir çalışma yapılacak, oradaki ailesi ve dostları da ayrı bir kitap hazırlığı içinde.
Nâzım Hikmet-Münevver Andaç-Mehmet Hikmet üçgeninde nasıl bir ilişki söz konusu? Belki de ayrıntılarını en az bildiğimiz, duyduğumuz bu “aile” içerisinde, daha doğum belgesinde fişlenen bir çocuk olmak Mehmet Hikmet’i nasıl etkiliyor, yönlendiriyor?
Ben burada, yani fişlenme meselesinde özellikle Münevver Andaç’ın “kızıl şair Nâzım Hikmet’in metresi” olarak devlet kayıtlarında fişlenmesinin öfkesini bir kadın ve bir anne olarak uzun süre içimde yaşadım. İnanamadım, “insan bununla nasıl yaşar” diye düşündüm. Ha, bu arada bunun ağırlığıyla empati yapabilmek için illa kadın ya da anne olmaya ihtiyacımız yok. Bu durum Münevver Hanım için de, Mehmet için de çok ağır. Ama Mehmet o yıllarda “Benim babam dünyanın en büyük şairi” diye ağaca çıkıp bağırabiliyor; Münevver Andaç, Nâzım Hikmet’in şiirlerini çeviriyor, ona sevgi dolu mektuplar yazıyor. Tüm bunlarla 10 yıllık fişlenme, sivil polis gözetiminde bir hayat. Ben Mehmet’in tüm bunlara rağmen Türkiye’yi hep sevmesini, tarihini, geleneğini bilmesini, ilgilenmesini, bağlılığını çok değerli buluyorum.
Devamı K24‘te…