Ana Sayfa Yazar Köşesi Nedim Gürsel yazdı: “Beklenmeyen konuk”

Nedim Gürsel yazdı: “Beklenmeyen konuk”

Ekleyen okumakiyigelir

Covid-19 sosyal hayatımızda derin etkiler yarattığı gibi toplumsal ve kültürel hafızamızda da şüphesiz izlerini bırakacak. Belki de bundan birkaç asır sonra Covid-19’un edebiyat dünyasına yansımaları, üniversitelerde tartışılacak. Edebiyatçılar şimdiden kalemlerine yansıtmaya başladılar içinden geçtiğimiz dönemi. Nedim Gürsel de “Beklenmeyen konuk” adındaki öyküsü ile kendi penceresinden yansıtıyor yaşananları. BirGün Gazetesi’nde yayınlanan bu öyküden bir parça paylaşıyoruz sizlerle…

Geceydi. Yağmurdan sonra yaprakların hışırdadığını duydum. Rüzgâr oturduğum sitenin küçük parkındaki çamın dallarını kımıldattı, sonra kesildi ansızın. Karşı binadaki ışıklar da söz birliği etmişçesine aynı anda ve hep birlikte söndü. Derin bir sessizlik kapladığı ortalığı. Metro her zamanki gibi caddenin yukarısında, taş yapıların arasından geçip gidiyordu arada bir ama taşıt gelgiti neredeyse durmuştu. Trafik lambaları sanki boş yere geçiyordu yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya. Işıkları da ıslak asfalta hep aynı aralıklarla yansıyordu.

Lambamın ışığında yalnızdım. Daha doğrusu her gece olduğu gibi beyaz kağıdın karşısında sözcüklerle başbaşa. Derin bir kuyudan su çeker gibi belleğimin en uç noktalarından çekiyordum onları; ayıklıyor, sonra sevip okşuyor, teker teker kokluyor, içlerinden en olmuşlarını yan yana dizip artık geride kalan hayatımın izdüşümlerine dönüştürüyordum. Üzerlerini çizip başka sözcüklerle değiştirdiğim de oluyordu, seslerini içimden tekrarladığım da. Çıktığım yolculukların, gittiğim kentlerin, bir uçağın ya da hızlı trenin camından seyrettiğim manzaraların, sevdiğim kadınların izdüşümüydüler. Acılarla sevinçlerin, en çok da özlemin yazıya dönüşmüş, ben bu dünyadan çekip gittiğimde ardımda kalacak işaretleriydiler.

Birden zil çaldı. Kimseyi beklemiyordum. İrkildim elbette ama korkmadım. Korkuyu, ölüm korkusu da dahil, yeneli çok olmuştu. Yaşlı bir yazarın giderek daralan çevresinden ibaretti hayatım, bir de her gece lambamın ışığında kağıda döktüğüm sözcüklerin beni alıp eski günlere götüren çağrışımlarından.

Yine de kapıyı açıp açmamakta duraksadığımı itiraf etmeliyim. Kim olabilirdi? Aşağı kapıyı açıp binaya girdiğine, oturduğum çatı katına dek çıkabildiğine göre şifreyi biliyor olmalıydı. Komşulardan biriydi belki, yardıma gereksinimi vardı. Ya da kapıcı. Ama o bu saatte değil benim, en samimi olduğu bina sakinlerinin bile kapısını çalacak cüreti kendinde bulamayacak kadar çekingen biriydi. Üstelik yaşını başını almış dul bir kadındı. Öyleyse? Masamdan kalkıp koridora yöneldim. Oradan da kapıya. Bir süre açıp açmamakta duraksadım sonra zinciri takıp tokmağı yavaşça çevirdim. Aralık kapıdan dışarıya göz attığımda hiç kimseyi göremedim.Karşı dairenin kapısı kapalıydı, asansör de. Birden paspasın üzerinde bir paket olduğunu fark ettim. Almak istemedim önce ama merakımı da yenemedim. Eğilip paketin üzerindeki yazıyı okudum. Adıma gönderildiği kesindi. Ama ne pul vardı ne de gönderinin adıyla adresi. Bir bomba olabileceğini düşündüm. Ne var ki muhaliflerin bu yöntemle öldürüldükleri günler geride kalmıştı çoktan. Üstelik kendi köşesine çekilmiş, anılarını yazmaktan başka elinden bir şey gelmeyen, epeydir suya sabuna dokunmayan yaşlı bir yazarla buradan binlerce kilometre uzaktaki siyasi iktidarın, daha doğrusu istihbaratın ne alıp veremediği olabilirdi? Gizli ajanlarla evlere bırakılan, dokunur dokunmaz patlayan bombalar fazla rağbet görmüyordu artık, daha hızlı ve kesin öldürme yöntemleri bulunmuş, muhaliflerin neredeyse tümü susturulmuştu.

Paketi aldım. Çok hafifti. Girişteki sehpanın üzerine koyup dikkatle inceledim bir süre. Herhangi bir posta paketinden farkı yoktu. Yine de hemen açmadım. Ya kesik bir baş varsa içinde? Neyseki sevdiklerimin çoğu hayatta değildi. Bir zaman sevdiklerim desem daha doğru. Yakınlarım da birer birer göçüp gitmişlerdi bu dünyadan, beni böyle tek başıma sözcüklerin dünyasında yapayalnız bırakarak. Sevdiklerim yoktu ama düşmanlarım çoktu. Daha doğrusu rakiplerim. Paketin içindeki kesik başın onlardan birine ait olabileceği geldi aklıma. Biraz rahatlar gibi oldum ama sevinmedim. Bu kesik baş hikâyesinin çocukluğumda bayılarak okuduğum kahramanlık destanlanndan kaynaklanabileceği geldi aklıma. Hükümdarlar rakiplerinin kesik başlarını görmeden öldüklerine inanmazlar hatta bazıları bununla da yetinmeyerek kelle getiren ulakı sorguya çekerlerdi. Cellata “Bir yurdun bir kez daha vur!” denildiğinde kesik başın yere düşmeyip canlanacağına inanırlardı çünkü.

Neyse fazla uzatmayayım. Uzatıp da değerli vaktinizi almayayım. Paketi açtım sonunda. İçinde bir gaz lambası duruyordu. Üzerindeki ‘Alâaddin’in Lambası’ yazısını hayretle okudum. Birileri dalga geçiyor olmalıydı benimle ya da lambalara olan düşkünlüğümü bilen bir hayranım bana sürpriz yapmak istemişti. Çalışma odama geçip lambamı söndürdüm, ‘Alâaddin’in Lambası’nın fitilini ateşledim. Birden Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir hayalet göründü, ama “Dile benden ne dilersen!” demedi, geçip karşımdaki koltuğa oturdu, ayak ayak üstüne de atmadı. Ayakları yoktu çünkü, insan biçiminde değildi. Yuvarlak ve dazlak kafası, faltaşı gibi açılmış kocaman, yeşil gözleri, kırışık alnı, ağzı burnuyla insana benziyordu gerçi, ne var ki belden aşağısı yoktu. Başka bir gezegenden gelmiş gibiydi.

“Uzaydan mı geldin?” diye sormadan edemedim. Hemen karşılık vermedi. Alaycı bakışlarıyla bir süre beni süzdükten sonra madeni bir sesle:

“Hayır, diye yanıtladı, gördüğün gibi lambanın içinden çıktım.”

“Peki, hep orada mıydın?”

“Elbette hep orada değildim. Çin’deydim daha önce. Derken Japonya’ya, Güney Kore’ye, İran’a düştü yolum. Oralarda fazla oyalanmadan Avrupa’ya geldim. Sıçradım desem daha doğru olacak. Evet sincap gibi sıçrayıp Avrupa ülkelerinde aldım soluğu, şimdi de işte burada, karşındayım. Huzurundayım desem daha doğru olur.” (Devamı BirGün‘de)

Benzer İçerikler

Yorum Yaz