Doğan Kitap Yayın Direktörü Cem Erciyes, başka yayınevlerinin yayımladığı kitaplar arasında okuyup sevdiklerini tanıtıyor. İlk üç kitap Oğlak Yayınları’ndan Bir Şehri İstanbul Ki…; Sel Yayınları’ndan İnsanlığımı Yitirirken; Siyah Kitap’tan Hazel.
Bir zamanlar Kitap-lık dergisinde bir köşenin adıydı “Komşunun Tavuğu” ve ben buradaki espriyi çok severdim. Kitap-lık, o ilk zamanlar şimdiki gibi bir edebiyat dergisinden çok Yapı Kredi Yayınları’nın kitaplarının tanıtıldığı bir yayın gibiydi ve başka yayınevlerinden çıkanları da “Komşunun Tavuğu” adını verdikleri bir köşede tanıtıyorlardı.
Yayıncılık yapmanın en zor tarafı çoğunlukla yayınlamayacağınız, hatta belki de hiçbir zaman yayımlanmayacak kitapları okumak zorunda olmak. Bu okumalar çoğu kez, yayınladığınız kitapların bile sayısını geçiyor. Yani kendi yayınladığınız kitapların bile hepsini okuyamamışken, diğer yayınevlerinin bastığı yeni kitapları takip etmek bayağı imkânsız bir iş gibi görünüyor. Ama neyse ki çoğumuz “iş” olsun diye okumuyoruz. Başkalarının düşlerini, düşüncelerini merak edip onların içinde gezinmeyi seviyoruz. Bu nedenle yaptığımız işten bağımsız, yeni çıkan kitapları takip etmeyi, okumayı sürdürüyoruz.
Bana gönderilen kitapların hemen hepsini okumaya çalışıyorum. Neyse ki artık gazetecilik zamanlarındaki gibi her şey gelmiyor ve bu mümkün olabiliyor. Bazen çok güzel kitaplarla karşılaşıyorum. Onları burada yazacağım.
Sanıyorum zamanla biz de “okumakiyigelir” adlı kitap bloğumuzda sadece kendi yayınladığımız kitaplarla sınırla kalmayacak, edebiyat ve kitap dünyasında uzanabildiğimiz her yerden güzel kitaplar hakkında yazıları buraya taşıyacağız. O zaman da komşunun tavuğu köşesinin anlamı kalmayacak. Ama şimdilik, okumakiyigelir takipçileri için dışarıya açılan bir pencere olsun burası…
ŞEHRİN ŞENLİKLİ TARİHİNDEN İZLENİMLER
Bir Şehr-i İstanbul Ki…
- Gökhan Akçura
- Oğlak Yayınları, 300 sayfa
Gökhan Akçura kültür tarihimizin en başarılı arkeologlarından. Eğer günümüzde yakın tarihin kültürel alışkanlıklarını merak etmek, bunları biraz tebessüm ederek anlatmak sevilen bir şeyse, bunu borçlu olduğumuz isimlerden biri kesinlikle Ivır Zıvır Tarihi’nin müellifi Gökhan Akçura’dır.
Kendisi bir süredir İstanbul’dan uzakta yaşıyor. Ama o muazzam arşivini karıştırmaya, oradan birbirinden ilginç hikâyeler çıkartmaya devam ediyor. En yeni kitabını Oğlak Yayınları bastı. Kitapta, terbiye dernekleri, festivaller, deniz hamamları ve ilk plajlar, bir zamanlar eğlence dünyasını yönetmiş kişiler ve tabii ki sinemalar ve tiyatrolar var. Arşivden güzel görsellerin yer aldığı kitabın birinci hamura basıldığını da not edelim.
Kitaptan pek çok ilginç detay öğreniyoruz. Aslında bunlara detay demek de ayıp, çünkü kendi zamanlarında gündem olmuş, basında geniş yer bulmuş, gündelik hayata sirayet etmiş şeyler. Ama sonra unutulup gitmişler… Mesela 40’lar ve 50’lerin “terbiye etme dernekleri” diyebileceğimiz girişimleri gibi… 1940’lar aslında İstanbul’un en tenha zamanları. Ama yeni Cumhuriyet’in Osmanlı görmüş seçkinleri 1945’te sokaklarda şahit oldukları yaşlılara, beyefendilere yönelik saygısızlıklar, toplum içinde olmayacak davranışlar ile mücadele etmek için Saygısızlıkla Savaş Derneği kuruyor. İhap Hulusi’ye bir afiş yaptırılıyor, Vali Lütfi Kırdar’dan kentin ünlü simaları Süheyl Ünver ve Fahrettin Kerim Gökay’a pek çok seçkin kişi de bu derneğe üye oluyor. 1950’lerde İstanbul Hemşehriler Cemiyeti adıyla, benzer amaçlar için de bir başka dernek kuruluyor. Derneğin kuruluş haberini yapan Kazım Kip, şöyle yazıyor:
“Yaşlılarımız hatırlayacaklardır, İstanbul Efendisi denilen bir insan tipi vardı. Yakın zamana kadar birkaçı aramızda tek tük dolaşıyordu. Vapura giderken size yol verirler, tramvaya binerken, ‘buyurunuz’ derlerdi. Uzun yıllar geçmedi, fakat bunların hepsi ortadan kayboldular… Ve yerine bir insan çeşidi türedi.
Sıraya girmesi için ihtar edersiniz: ‘Dünyayı sen mi düzelteceksin be adam!’ diye cevap veriyor. Sokağa tükürmenin ayıp olduğunu söylersiniz: ‘Babanın evi mi?’ diyor. Bunlar çoğaldılar, çoğaldılar. Efendi olan herkesi sindirdiler. Şehrin çehresini, huyunu değiştirdiler. Efendiden olan herkes çaresiz susuyor, siniyordu. Özlenen, sevilen ‘İstanbul Efendisi’, İstanbul hemşehrisi görünmez oldu.”
Kitapta ilgiyle okuduğum bir başka bölümse yine hiç haberdar olmadığım bir tarihi sayfa, Cumhuriyet’in ilk yıllarında düzenlenen İstanbul Festivalleri hakkında. Atatürk’ün bir grup gençle dans ettiği ünlü bir fotoğrafı vardır, bu fotoğrafın çekildiği 1935 Balkan Festivali, festivaller dönemini başlatmış. Ekonomik bunalımın pençesindeki dünyada tabii ki turizm, seyahat tamamen durmuş. Türkiye hem kendini tanıtmak, başka ülkelerle toplumsal ilişkiler kurmak hem de biraz turizmi canlandırmak hevesiyle bu Balkan Festivalleri’ne büyük bir coşkuyla sarılıyor. İkincisi 40 gün 40 gece sürecek şekilde planlanıyor ve yabancı folklor ekiplerinin geleceği bu festival nasılsa dönemin kamusal eğlencesinin kendini gösterdiği bir başka şeye, bir kent şenliğine dönüşüyor. Mesela 1936’daki festivalde düzenlenen pek çok etkinlikten biri de Çamlıca Tepesi’ndeki “garson yarışı” oluyor. Tepsideki kahve ve suyu hiç dökmeden koşup herkesi geçen garson Yervant, birinci geliyor. Sonra da bir heyet kurulup Çamlıca’nın çeşmelerini geziyor ve “en iyi su”yu seçiyor…
1937’de festivalin adı İstanbul Festivali oluyor. Akşam gazetesi bu festivali “İstanbul eğlencesiz bir şehirdir” başlıklı yazıyla duyuruyor. İstanbul’da eğlence yerlerinin yok denecek kadar az olduğunu, olanların da her keseye uygun olmadığını, eğlenceyi topluma götürmenin de belediyenin görevi olduğunu yazıyor Akşam. Hakikaten kente yayılan birçok etkinlik yapılıyor. Pera Palas’ta balo, Taksim Bahçesi’nde tiyatro gösterileri, ünlü şarkıcıların bindiği bir vapurla mehtap sefası ve Bebek’te Sedat’ın Yalısı’nın iskelesinden başlayan yüzme yarışı… Ne var ki bu festival 1940’ta savaş çıkınca bitiyor. Ama esas eğlence 1950’de başlayacaktır…
İstanbul Belediyesi 1959’a kadar “Bahar ve Çiçek Bayramı” düzenler. Hıdrellez zamanı Gülhane Parkı’nda düzenlenen eğlence hem halkın büyük ilgisini çeker, hem de parkın giriş ücreti ve kiralar sayesinde belediyeye iyi gelir bırakır. İçinde konserlerin, tiyatro gösterilerinin de olduğu ama daha çok çeşitli tezgâhlarda alışverişin yapıldığı, ağaçların altına konulan masalarda içki dahil yenilip içildiği bir büyük eğlence yaşanır. Tabii bu “halk tipi eğlence”ye herkes katılmaz. Milliyet gazetesinde 1953’te Ümit Deniz “alelacaip bir mesire bozması ile bir köy panayırı manzarası”na benzettiği bayram yerini şöyle anlatır: “Bir tarafta Sulukule ekibi göbek atarken, beri yanda şehir bandosu Strauss’u geveliyor. Öbür tarafta bir sandviççi Hafız Burhan’dan gazeller çalıyor… Biraz ileride piyango gişesi son moda bir samba ile geleni geçeni tempoya tutuyor…”
Bu tartışma sürer gider. Hatta 1957’de Fikret Adil, “La Bienalle di Venezia” adlı bir kuruluşu, yani Venedik Bienali’ni örnek gösterir ve İstanbul’daki Bahar ve Çiçek Bayramı’nın Gülhane Parkı’nda bir tiyatro, sinema ve sanat festivaline dönüşmesini önerir. Tabii bu tatlı bir öneri olarak kalır. Fikret Adil, bayrama verip veriştirmeyi sürdürür. Sonunda belediye başkanı cevabı yapıştırır: “Halk beğenmiştir. Ne garip bir tecellidir ki halkın beğendiğini, kendi zevkini kendi eğlence tarzını üstün sanan fıkra sahibi beğenmemektedir.” En son Vedat Nedim Tör’ün de “kasaba panayırı” diye küçümseyerek karıştığı tartışma, 1960’ta askeri darbe ile sona erer. Festival ya da bayram ya da panayır… bir daha düzenlenmez.
Gökhan Akçura, eski gazete ve dergi arşivini çok iyi tarayarak buna benzer pek çok güzel hikâye anlatıyor. Bu nedenle, nostalji duygusu güçlü olanlar, İstanbul’un eskiden nasıl eğlendiğini, yaşadığını, neleri dert ettiğini ya da etmediğini merak edenler için güzel bir kitap.
MURAKAMİ’NİN KÖKLERİNE YOLCULUK
İnsanlığımı Yitirirken
- Osamu Dazai
- Çev: Hüseyin Can Erkin
- Sel Yayınları, 109 sayfa
Osamu Dazai, Japonya’nın ülkenin kendine özgü hikâyesiyle de yazdıklarıyla da ilginç yazarlarından biri. Ben ilk kez bu kitap vesilesiyle tanıştım. Dazai 1930’larda pek çok kitap yazmış, yayımlatmış ve İkinci Dünya Savaşı’ndan biraz sonra 1948’de 39 yaşındayken hayatına son vermiş.
İnsanlığımı Yitirirken, Dazai’nin kendi yaşam öyküsü. Mahcup, utangaç bir çocuk… İnsanlarla tartışmaktan, kendini savunmaktan, duygularını göstermekten çok ama çok çekinen, bunu hayatının en büyük meselesi haline getiren bir oğlan çocuğu. Sonra insanları güldürmeyi, şaklabanlıklar yapmayı keşfediyor ve utangaç, öfkeli tabiatını bu yanının arkasına saklamaya başlıyor. Sürekli tasarlanmış sakarlıklar, ödevlerinden sınıf içindeki sohbetlere, aile içi toplantılardan tüm arkadaş buluşmalarına doğru uzanan bitmek bilmez şakalarla bir dünya örüyor. Bu şaklaban, eğlenceli ama içi karanlık ruh, büyük kente okumak için gittiğinde ise kentin eğlence hayatına kapılıyor. Bir süre sonra zengin babasının da koruyuculuğundan mahrum kalıyor ama ne parasızlık ne sonsuz hüzün onu içine daldığı yaşam biçiminden uzaklaştırıyor. Kadınların, aşkın, içkinin ve türlü çeşit küçük maceraların içinde akıp geçen bir hayat sürüyor genç anlatıcı. Hayata bakışının uçuculuğu, boş vermişliği ve en keskin tecrübeleri bile sıradanlaştırmaya gayret eden ruh halini şu bir iki cümle gayet iyi anlatıyor bence: “O gece Kamakura’dan denize atladık. Kadın, kuşağını, kafede birlikte çalıştığı bir arkadaşının olduğunu söyleyerek, güzelce katlayıp kayaların üstüne koydu. Ben de paltomu çıkarıp aynı yere koydum ve birlikte denize girdik. Kadın öldü, ben kurtuldum.”
Bu varoluşçu novella, hayatın karanlık yanına dair biraz da umutsuz ama cesaretli bir anlatı. Savaş sonrası Japonya’sının gündelik hayatına dair detaylarla zenginleşen kısacık bir roman. İşin açıkçası bana günümüz Japon edebiyatının en ünlü yazarı Haruki Murakami’yi, özellikle onun da otobiyografik kitabı İmkansızın Şarkısı’nı çağrıştırdı. Belli ki Murakami’nin esinlendiği ustalardan biri Dazai… Murakami kitapları da çevirmiş, Japonca çevirmeni Hüseyin Can Erkin’in güzel Türkçesiyle, zevkle okunacak bir kitap.
TRAVESTİ KARDEŞİMİN YAŞAM ÖYKÜSÜ
Hazel
- Ayten Görgün Smith
- Siyah Kitap, 136 sayfa
Gazeteci Ayten Görgün Smith kendisinde derin iz bırakmış bir şeyi anlatıyor kitabında. Travesti kardeşi Hazel’i… Son derece buruk bir hikâye, hikâyeyi böyle hüzünlü kılan Hazel’in travesti olması değil. Erkenden, daha 35 yaşındayken kanserden ölmesi…
Kendisine Hazel ismini alan Serdar’ın çocukluk yılları, cinsel kimliğinin ortaya çıkması ve ailesinin bunu göğüsleyebilmesi hikâyenin en güzel yerleri. Üsküdar’da geleneksel orta halli bir mahallede esnaflık yapan baba ve ev kadını anne, tek erkek çocuklarının cinsel eğilimini fark ettiğinde ne dövüyorlar ne sövüyorlar. Onu alıp bir psikoloğa götürüyorlar. Sonrası elbette herkes için, en çok Hazel için kolay olmayan bir süreç. Ama sevgi ve anlayışın da olduğu bir hayat. Ayten Görgün, kardeşine olan sözünü tutmak için onun ölümünden sonra oturup bu kitabı yazmış. Kitap Hazel’in hikâyesi. Hatta sonunda Hazel’in bir dönem tuttuğu günlüğü de var. Kapağını bizzat annesinin ördüğü bir LBGTİ bayrağının süslediği, özel bir kitap…