Yeni romanı Kefaret ile raflarda yerini alan İpek Gökdel, son kitabının hikayesi ve kahramanları üzerine Cumhuriyet Gazetesi’nden Alin Kayalar ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi.
DEX Kitap’ın okuyucu ile buluşturduğu Kefaret üzerine Alin Kayalar, İpek Gökdel’e merak edilenleri sordu:
- Karakalem serisi üç kitaplık, İstanbul’un Anadolu’nun gizemlerini, efsanelerini hatta komplo teorilerini de barındıran, Netflix’te ilk yerli yapım olan fantastik bir seri. Fakat hemen sonrasında İpek Gökdel yazım türünü değiştirdi ve fantastik öğeler yok oldu. Tövbe her ne kadar distopik bir fonda geçse de oldukça gerçekçi üç ana karakter kadının ve onun etrafındaki adamların dramlarını sunuyor. Bu değişimi ne tetikledi sizde?
– Ne güzel bir soru. Bunun cevabı benim yazım serüvenimde gizli. Ben cümlelerin, betimlemelerin derinliğine değil hikayeye odaklanmış bir yazarım. Anlatacak çok hikayem, yazacak çok romanım var. Kısmetse elbette. Anlatmakta olduğum kök hikaye kendi anlatım dilini oluşturuyor, diyebiliriz. Karakalem Roman Serisi fantastik ögeler taşırken, Tövbe yeraltından ses veren bir gerçekliği haykırıyordu. Yani ben hikayenin kölesi olmuş bir kalemim. Romanda anlatılan karakterler ve olaylar hangi tarzda yazmamı isterse o tarzı nakşediyorum, diyebiliriz. Çok yakında bambaşka bir türde bir roman yazabilirim, dolayısıyla. Kalemim öykünün kölesi, ruhum özgür.
- Tövbe’nin kulağımıza çalınan bazı başarıları var, belki söylemek istersiniz.
-Şu kadarını fısıldayayım; Tövbe’nin beyaz perdeye aktarılması için çalışmalar hızlandı. Daha detaylı bilgi veremem çünkü sözleşme hükümlerine göre konuşmam yasak 🙂
- Beşinci ve son romanınıza geçmek isterim. Bu kez de (kitaptaki çok önemli bir sürprizi saklayarak konuşmak gerek) kendi cenazesine giden bir adamla başlıyor roman. Kapakta da gözü bantlı bir adamın fotoğrafı var ve Tövbe’nin kapağındaki gözü bantlı kadının tersi. Acaba Kefaret ve Tövbe ilişkisinin anlatabilir misiniz, değişik bir ikilememi bu kitaplar?
-“Kefaret” bu coğrafyada yaşayan genç erkeklerin dünyasını anlatıyor. “Tövbe” ise genç kadınların. Yakın geçmişin izlerini taşıyan ve bugünü anlatan romanlar. Her ikisinin de anlatım dili benzer ancak farklı cinsiyetlerin dramasını öne alıyorlar. Tövbe ağırlıklı olarak kadınları, Kefaret ise erkek dünyasını sarıp sarmalıyor. İkileme olmasa da bu sebeple kapakları benzer. Ben hem dişil ağızdan hem eril ağızdan yazmayı seviyorum. Tövbe’de üç kadının iç sesini yazarken Kefaret’te erkekleri dile getirdim. Kapaklar bu yüzden aynı stilde.
- Kefaret’te muhteşem bir hikaye içinde tartıştığınız karşıt uçlar, ikilikler var. Kefaret’teki asıl dertleriniz neydi?
– Hafıza oyunbaz bir maymun. Kefaret; unutmamak için, hafıza terbiyesi için yazıldı. Ölenler unutulmasın, Gezi Olayları unutulmasın, vicdan sızlasın diye. Kefaret, yazar ile okuyucu arasındaki perdeyi kaldıran bir roman oldu. Hikayenin ve karakterlerin nereye evrileceğini, olayların nasıl gelişeceğini okuyucudan saklamadan yazmak istedim. Okuyan da yazarla aynı ritimde olsun, yazar ile okuyucu aynı dalga boyunda seyretsin, istedim. Bu romanda ne sürpriz yaptım okuyucuma, ne ondan bir şey gizledim. Çünkü aslolan hikayenin gücü ve insanın dönüşüm yolculuğunu anlatmaktı. Dolayısıyla hiç kıvırmadım, dansözleşmedim bu romanda.
- Şehri tüm yönleriyle yazmak yazarlığınızın çok değerli imzalarından biri, İstanbul ve Urfa’yı öyle güzel anlatıyorsunuz ki? Urfa’ya gittiniz mi, nasıl yaşadınız o coğrafyayı?
-Evet, Urfa’ya gittim ve dönmek istemedim. Urfa ve civarında kaldığım sürece, geçirdiğim her gün, her gece, uğradığım her ev, her pazar yeri, gezdiğim her köşe, oturduğum her yer sofrası beni benden aldı. Tarihi ve arkeolojik mekanlar deseniz o başlı başına bir masal alemi. Ben daha çok hayatın akıp durduğu gündelik Urfa’ya tutkun oldum. Sokak aralarından yükselen namelere, insanlarının düşünce biçimine, feodalizmin izlerine, binlerce yıllık kültürlerin aynı potada eriyişine aşık oldum. Kefaret romanımda okuyucular Urfa’yı benim gözümden görsün diye, kelimelerim izin verdiğince, yazmaya gayret ettim.
- Kefaret’te yazarlığınız, diliniz artık başka bir yöne akıyor gibi, sizce nereye evriliyorsunuz; dünyada yaşadıklarımız ya da sizin öznel deneyimleriniz bunu ne kadar etkiliyor?
-Hayata dair umut taşıdığımız zamanlarda yazdıklarımızla, üzerimizde binlerce tonluk baskı hissederek kapana kısıldığımızda yazdıklarımızın aynı olması beklenemez. Kefaret’in ana mekanları Urfa ve İstanbul gibi gözükse de aslen “mezarlık ve Gezi Parkı’dır. Kısıtlamaların, yolsuzlukların, haksızlıkların, adaletsizliğin ayyuka çıktığı zamanlardayız. Yazmak saklanmanın bir türü. Baş edemediğin, tasvip etmediğin dünyayı uzaktan uzağa protesto etmek gibi. Michel Foucault “Artık kendimize ait bir yüzümüz olmasın, yazımızın altına saklanalım diye yazarız aynı zamanda.” diyor. Ben de Kefaret’in sayfalarına sakladım yüzümü. Çünkü dünyada ve ülkemde olanlar yüzümü kızartıyor, çok üzülüyorum ve kelimelerimce isyan ediyorum.
- Ve son soru; yeni kitap geliyor mu?
-Evet. Bambaşka bir türde üstelik. J Family Saga yani bir aile destanı yazıyorum.