Paris’ten İstanbul’a uzanan bir dizi coğrafyada çeşitli kimlikler arasında kalmış insanlık hali, modern kentli bireyin yalnızlığı, sevgisizliği etrafında dönen öykülerle buluşturuyor “Sen Kimseyi Sevemezsin”. Gül Ersoy, Doğan Kitap ile raflara sunduğu yeni kitabını şu cümlelerle anlatıyor; “Yazdıklarımı uzun bir yürüyüş sırasında anlatılan öyküler gibi düşündüm”. Hürriyet Kitap’tan Mevsim Yenice ile Gül Ersoy’un keyifli sohbetinden bir parça paylaşıyoruz sizlerle…
Gül, yazma macerandan bahsetmek ister misin biraz?
Edebiyat yolculuğum 12 yaşlarında başladı. Önceleri çocuk kitapları okurken daha sonra annemin ve ağabeyimin kitaplarını okur oldum. Yazı yazmayı altı yaşında öğrendim ve 12 yaşımda ilk öykülerimi yazmaya başladım.
Birinci ve ikinci kitap arasında Gül Ersoy’un edebiyatında değişen, aynı kalan veya artan azalan şeyleri nasıl tarif edersin? ‘Sen Kimseyi Sevemezsin’in yazım sürecinden bahseder misin?
Birinci kitapla ikinci kitap arasındaki fark, kişisel tarihimden etkilenerek yazdığım öykülerin sayısının azalıp, daha dünya dertlerine kafa yoran öykülerin çoğalması diyebilirim. ‘Sen Kimseyi Sevemezsin’ birkaç yıllık bir çalışmayla yazıldı. Üzerine daha çok düşündüm, öyküleri üç-dört kez değiştirdim, bir arkadaşımdan okumasını istedim. Farklı bir gözün bakış açısı çok yardımcı oluyor, öyküler üzerine çalışırken insan bazen bazı önemli detayları gözden kaçırabiliyor.
’Sen Kimseyi Sevemezsin’ üç bölümden oluşan bir öykü kitabı. Bölümlere isim verecek olsam ‘Atmosfer’, ‘Duygu’, ‘Kurgu’ şeklinde adlandırırdım. Sana sorsam, ne söylersin?
Bölümlere isim verecek olsam ‘Aile’, ‘Cinsellik’ ve ‘Şiddet’ derim.
Kitaba başlarken “Dinle beni, yanımda yürürken sana öyküler anlatacağım” diyorsun ve ben okuyucu olarak yol boyunca seninle bir sürü kentte yürüdüğümü ve anlattıklarını dinlediğimi hissettim gerçekten. Bu sohbet havasını kurmayı epey iyi başardığını düşünüyorum. Bu anlatımı yaratırken ilham aldığın bir şeyler var mı; seyahatler, tanışıklıklar, belki de gerçek hayatında iyi bir dinleyici ya da anlatıcı olmak gibi…
Genelde dinlediğim öykülerden yola çıkarak başlıyorum yazmaya. Sonra bambaşka yerlere gidiyorlar… Bu kitabın başında yazdığım gibi uzun bir yürüyüş sırasında anlatılan, dinlenen öyküler gibi düşündüm yazdıklarımı.
‘VAHŞİ BİR VAR OLMA SAVAŞINDAYIZ…’
‘Karlar Altından Konuşuyordu’ öykün Zürih sokaklarında geçiyor, ‘Sarı Köpek’te ise Fransa’dayız. Bazı öykülerde İzmir’deyiz, bazılarında İstanbul’un arka sokaklarında. Senin de bir süre yurtdışında yaşadığını, seyahat etmeyi sevdiğini biliyorum. Mekânın çeşitliliğini yaratırken detayları aralara ustalıkla yerleştirmeni sevdim, seyahatlerinin bir teması oluyor mu öyküye bu anlamda?
Mutlaka oluyordur fakat özellikle farklı şehirler, mekânlar olsun diye uğraşmadım. Karakterlerin dünyalarını anlatmak için mekânları kullandım.
Kitabın genelinde çeşitli ilişkiler görüyoruz. Aile, dost, sevgili, eş ile kurulamayan temas, güven, başkalarına karşı açık ve kendi gibi olamama hali çıkıyor karşımıza hep. Kitaba başlarken böyle bir tema var mıydı aklında, yoksa senin de meselene mi dönüştü bu zamanla?
Hepimiz vahşi bir var olma savaşının içerisindeyiz. Hepimize geçerli olan değerin maddiyat ile satın alınabilecek değerler olduğu yoğun olarak pompalanıyor. Maddi gücü elinde bulunduran kişi, toplumdaki en saygın kişi. Bu vahşi dünyada insanlar farklı olma şansına sahip değil. Farklı ve özgün olan insanlar ise bir nevi ucube olarak görülüyor. Ama ne gariptir ki medya organları, sistem araçları sürekli olarak insanları farklı olmaya teşvik eder görünse de aslında amaç tektip, aynı şekilde yaşayan, aynı şeyleri tüketen insanlardan oluşan bir dünya oluşturabilmek. Bu sebeplerden dolayı insanların gerçek kişilikleri ruhlarının uzak bir köşesinde saklanıyor. Hayatı kendileri olarak yaşamak yerine diğer insanların kınamalarını engellemek adına rol yapıyorlar. Rol yapan insanlarla ne kadar sağlıklı ilişkiler yaşanabilir? Kendileri olamayan, kendileri olamadıklarının dahi farkında olmayan insanlar ruhsal olarak ne kadar sağlıklı olabilir? Nasıl mutlu olabilirler? Öykülerimde bu soruların cevaplarını arıyorum.
Devamı Hürriyet‘te…