Fenomen dizi Çukur ve karakterleri televizyon izleyicileri için artık bir kült haline geldi. Replikler herkesin dilinde, sahneler efsane oldu. Çukur’un macerası kitap raflarına da taşındı ve Gökhan Horzum, Çukur’un dünyasını edebiyat dünyasına da kazandırdı. Ayşe Arman çok merak edilen Gökhan Horzum’la yarattığı dünya üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi…
Duyduk duymadık demeyin, bugünkü konuğum, ‘Çukur’un senaristi Gökhan Horzum. Biliyorsunuz, ‘Çukur’ bi vaka. Deli gibi izlenen bir dizi. Fenomenleri var. İşte dizini senaristini Horzum’u yakaladım, sordum. Kendi hikayesini de Çukur’un hikayesini de anlattı. Bu arada, son dönemde bi de Çukur’u anlatan bi kitap (Çukur-Yamaç’ın Dönüşü) yazdı. Anında baskı üzerine baskı yaptı. Manyak meraklıları var.
Gülünce gözleri kayboluyor, Horzum’un. Sevecen ve alçakgönüllü. O, bir ‘Karşı çocuğu!’ Hayatını, Anadolu yakasında kurmuş. Eşi de kendisi gibi senarist. Yavuz Turgul ekolünden olduğunu söylüyor. İşine ve eşine aşık, çok esaslı bir kişilik… Gerisini kendi ağzından dinleyin…
“Çukur” sence niye fenomen?
-Fenomenliğini bilmem ama insanların neyi sevdiğini az çok biliyorum.
Neyi seviyorlar?
-“Aileyi koru, sevdiklerini koru!” Kendimizi tehdit altında hissediyoruz. Bunun için de bir ülkenin bize savaş açması filan gerekmiyor. Bu ülke, 1923’de kuruldu. Kentli nüfus, köylü nüfusu ilk kez 1985’de geçti. 2000’lerden itibaren müthiş bir hızlanma söz konusu. TUİK verilerine göre, şu anda Türkiye nüfusunun yüzde 92’si il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. Kent hayatı, kendi gerçekliği gereği, geleneksel aileyi tehdit ediyor. Daha küçük evler, çekirdek aileyi bile zorlayan geçim sıkıntısı… Bir kere daha, “Aileyi koru, sevdiklerini koru!”
Güzelmiş! Sen bu verileri inceleyerek mi yazmaya başladın?
-Tabii ki hayır. Ama “Arkadaş! Bu Çukur’u neden bu kadar sevdiler acaba?” diye sorduğumda kendimce bulduğum cevap bu. Her şey, baş döndürücü bir hızla değişiyor Türkiye’de. Bir yandan bu değişime ayak uydurmaya ama bir yandan da kapılıp gitmemek için köklerimize tutunma çalışıyoruz. Çukur’un temelindeki demirler bunlar.
Ama öyle böyle değil… Diziye ölüp bitiyorlar. Resmen müritleri var…
-Çünkü bir kahramanlık hikayesi. Epik bir anlatımı var. Üç-dört bölüm önce Barış Manço’dan “Genç Osman” çaldık bir sahnede mesela. Bu anlatımın içinde hiç sırıtmıyor. “Allah Allah Allah! Viyana ne taraftaydı laaan!” dedirtiyor. İşimin en önemli kurallarından biri seyircinin kahramanla empati kurmasını sağlamak. Benim kahramanlarım yaralı, yaralarından ötürü hata yapan adamlar. Ama günün sonunda, istedikleri aslında bir tek saçlarının okşanması… Tanıdık geldi mi?
Senaryo yazmanın bir matematiği var mı?
-Elbette var. Senaryo nihayetinde teknik bir metin, edebi eser değil. Ama Çukur gibi bir içeriği yazmanın matematiği yok. Kabaca bir plan var, bir duygu, bir ana fikir var. Hem dizinin genel çerçevesini çizen hem de tek tek sezonları belirleyen. Onun dışında genelde beyaz bir sayfa var sadece. O doluyor. Çok sevdiğim bir yanlış söylenişle: “hissikeybılvukuyla.”
Bayıldım hissi-keybıl-vukuyla’ya… Peki, sen böyle bir başarı bekliyor muydun?
-Çukur’un bana verdiği bir sürü dersten biri de bu oldu: “Başarılı olmaya çalışma… Kendin ol!” Eğer hamurunda bir numara varsa ve bunu bütün korkularından, hırslarından arındırıp sunabiliyorsan, zaten bir şekilde karşılığı geliyor. Uzun zamandır senaryo yazıyorum. “Ya beni bıraksalar, ben bambaşka bir şey yazarım aslında!” diye sızlanıp dururken, bir gün ben kendi kendimi bırakmayı başarabildim. Mesele başkaları değil, kendimmişim. Tamam, “Teknik bir metin yazıyoruz” ama senaryo dediğin şey de kendi kendine olmuyor. Bir şekilde beynimizden çıkıp, parmaklarımızdan dökülüyor. Çukur’a kadar hep başkalarının dilinden konuşmaya çalıştım. “Bir kere de kendi dilimden konuşayım!” dedim, “Ne kaybederim ki? En fazla yapım şirketi almaz ya da kanal almaz. Hadi o da aldı diyelim, seyirci almaz. En kötü 4 bölüm yayınlanır, kaldırılır. Ama en azından kendimi ifade etmiş olurum ben!” Böyle başladım. Yazar olarak kendime dürüst olmaktı derdim. O yüzden de böyle bir başarıyı, kesinlikle beklemiyordum. Bana da sürpriz oldu… (Devamı Ayşe Arman‘da)