Türkiye’deki LGBTİ ve kadın haklarını, son yerel seçimlerle verilen demokrasi sınavını, silikleşen kent hafızası ve daha fazlası… Elif Şafak ile Duvar Gazetesi’nden Nida Dinçtürk merak edilenler üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. İşte çok konuşulan 10 Dakika 38 Saniye’nin ardındaki o hikaye…
Yeni romanınız 10 Dakika 38 Saniye ile Booker Prize’da uzun listeye kaldınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Çok mutluluk verici. Bence bir Türk yazarın bu kadar önemli bir edebiyat ödülüne aday gösterilmesi onur verici bir şey. Yazarlık çok yalnızlık gerektiren bir şey olduğu için bir şekilde kitap paylaşıldıktan sonra sevildiğini, insanların kalplerine, zihinlerine değdiğini dokunduğunu, hikâyenin onlar tarafından da hissedildiğini görmek… Benim için en değerli kısmı zaten her zaman o oldu.
Bir de 25’inci edebiyat yılınıza denk geldi, bunun da kutlaması gibi oldu.
Evet, gerçekten öyle oldu. Çünkü bir an geriye bakınca 25 sene geçmiş ilk romanımın, ilk hikâyelerimin yayınlanmasından bu yana. Az buz bir zaman değil. Çok da şey öğrendim bu yolculuk boyunca ve her zaman edebiyata olan sevgim benim rehberim oldu. Onun için çok güzel bir hediye oldu Booker ödülüne aday gösterilmek.
10 Dakika 38 Saniye, çok katmanlı bir kitap ve benim dikkatimi çeken ilk şey, bunun bir ‘ait olmayanlar’ anlatısı olması. Şehre, kendi bedenine, hayata… Sizi ait olmayanların peşine düşüren şey neydi?
Aslında zannediyorum azınlıklar benim edebiyatımın hep önemli bir parçası oldu. Etnik, kültürel, cinsel azınlıklar. Ben hep kenara atılmış, dışlanmış marjinalleştirilmiş insanların hikâyelerini ve aynı zamanda silinen hikâyeleri önemsedim, yani tarihimizi. Hem geçmişte hem bugün. O yüzden merkezde duranların hikayesini anlatmaktansa kenarda duranların hikayesini anlatmak kalbime hep daha yakın geldi. Bunun bir kısmı benim kişiliğimden ama önemli bir kısmı da bence hayatımdan kaynaklanıyor. Ben çocukluğumdan bu yana o kadar çok kez kendimi öteki gibi hissettim ki! Yurtdışında doğdum, Strasburg’dan Ankara’ya geldim. İki kadın yetiştirdi beni, annem ve anneannem. Hiçbir zaman düzenli bir aile ortamında büyümedim. Babamı ve onun ikinci evliliğinden olan erkek kardeşlerimi mesela çok geç tanıdım, 20’li yaşlarımda. Daha sonra yurtdışında okudum, orada tek Türktüm, yine öteki olarak hissettim. Döndüm, kendimi yabancı ve ayrıksı hissettim. O yüzden ötekilerin hikâyesine kulak vermek dediğim zaman bu benim için böyle tepeden bir bakış değil, ben o duyguya çok aşinayım. Aidiyetsizlik, tam olarak ait olamamak, tutunmaya çalışmak, arafta olmak… O yüzden tesadüf değildir, benim kitaplarımın isimlerine, konularına bakarsanız hep bir araf hali, tutunamama hali vardır. Çünkü benim çok yaşadığım ve aşina olduğum bir duygu bu.
Siz bir süredir Londra’dasınız ve burayı eviniz olarak tanımlıyorsunuz. Diğer yandan Türkiye’ye duyduğunuz bağlılığı biliyorum. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz ya da arafta hissettiğiniz oluyor mu?
Bence insanların çok aidiyetli olması mümkün. Tek bir kimliğe, hele tek bir kimlik politikasına indirgenmeye hep karşı çıktım, çıkıyorum. Bundan dolayı beni köksüz diye eleştirenler oldu. Bence kökler zaten çoğuldur, tekil değildir. Yani, birçok yerden beslenebiliriz. Hatta ben bu yüzden pergel benzetmesini çok seviyorum: Benim edebiyatımın bir ayağı tıpkı pergelin sabit ayağı gibi muhakkak ki İstanbul’a bağlı. Aynı zamanda ben bizim kültürümüzden, bilhassa sözel kültürden, kadınların kültüründen, hikâyelerden, geçmişten, tarihten, efsanelerden o kadar çok besleniyorum ve buna değer veriyorum ki! Ama pergelin öbür ayağı da bence bu arada kocaman bir çember çizebilir, bütün dünyayı dolaşabilir. Edebiyat, aynı anda yerel ve evrensel olabilir. Bu çok inandığım bir ilke benim. Milliyetçiliğe, aşiretçiliğe, kolektif kimliklere çok eleştirel bakan bir insanım. Bence yalnız dediğimiz o araf aslında sanat için çok doğru bir yer. Hem çok içindesiniz hem de birazcık dışındasınız her şeyin. O sanatçı için belki yalnızlık ama sanat için bence çok doğru bir nokta.
10 Dakika 38 Saniye’de göç de kuvvetli bir öge. Siz İskender’de de göç sancılarına odaklanmıştınız ama bugün gelinen noktada Türkiye sadece işçi değil, eğitim, çalışma, cinsel kimlik gibi gerekçelerle yoğunlukla beyaz yakalı göçü vermeye başladı. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu çok önemsiyorum. Müthiş bir göç dalgası var Türkiye’den yurtdışına. Bunun incelenmesi, araştırılması gerekiyor. Madalyonun öbür yüzü beyin göçü. Bu tabii bir ülke için çok büyük bir kayıp. Türkiye demokrasiyi ve demokrasi umudunu kaybettikçe beyin göçü hızlandı. En son New York Times gazetesinde bu doğrultuda bir makale çıkmıştı, özellikle son üç senede Türkiye’nin verdiği beyin göçü, adeta doğal felaketlerin, büyük iç savaşların ya da büyük trajedilerin yaşandığı ülkelerin verdiği beyin göçüne neredeyse yaklaştı. Öte yandan belki umut verici olan, daha çok insan farklı kültürlerle tanışıyor, farklı diller öğreniyor, farklı dillerde kendini ifade etmek durumunda kalıyor, belki dünya vatandaşı kimliğini sahipleniyor. Normalde belki bir ekmeği kolay kolay bölüşmeyecek insanların yurtdışında gurbet duygusuyla, bazen de sürgün duygusuyla birbirlerine dayanışma gösterdiklerine tanık olmak çok ilginç bir şey. İşte aynı üniversitelerde okuyan öğrenciler, diyelim bir tanesi başı kapalı, öbürü sol görüşlü. Ben bunlara çok şahit oluyorum, çok da kıymetli buluyorum. Yurtdışındaki Türk vatandaşlarının çeşitliliği, yurtdışına çıkma sebepleri çoğaldıkça o dayanışma ağlarının da çoğaldığını görüyorum. Buna diaspora diyebiliriz artık. Bu da güzel bir şey ama son tahlilde tabii ki ben Türkiye’nin demokrasiye kavuşmasını istiyorum. Tüm bu bahsettiğimiz beyin göçü doğrudan bununla ilintili. Ne kadar çok insan kendini istenmeyen hissederse beyin göçü de o kadar hızlı olur.
Romandaki baş karakteriniz Tekila Leyla, ailesiyle arkadaşlarının hayatındaki konumunu, aileyi kutsayan söylemlere karşı belirliyor. Aile, bireylerin dünyadaki büyük sınavlarından biri midir, kaderi midir?
Aile aslında bütün edebiyatçılar için muazzam bir bilmece. Dünya edebiyatına bakarsak edebiyatçılar sürekli mutlu aileler ve mutsuz aileler üzerine yazıyor. Ama zannediyorum benim için, ben ailesiz büyüdüğüm için daha da büyük bir merak konusu. Çocuk yaştan beri, özellikle daha kalabalık, daha ataerkil aileleri hep uzaktan gözlemledim. Bu roman aslında bence kolay olmayan konuları konuşabilmek isteyen bir roman ama bir o kadar da hayatı, dostlukları, çok sesliliği, çoğulculuğu kutlayan, olumlayan, enerjisi yüksek bir kitap. Romanın temel konularından bir tanesi de su ailesi dediğim kavram. İçine doğduğumuz, kan bağıyla bağlı olduğumuz aile sevecense, sevgi doluysa, saygı doluysa, herkese eşit davranıyorsa ne mutlu, bu büyük bir nimet! Ama biliyoruz ki herkes bu kadar şanslı olmuyor ve aileler aslında büyük travmalar da bırakabiliyor insanlarda. Bilhassa o doğrultuda romanın verdiği bence çok olumlu bir mesaj var. Diyor ki okurlara, unutmayın ikinci bir aileniz daha var bu hayatta, o da sizin su aileniz. İnsanın bence su ailesinin üyelerinin sayısı böyle 20’ler, 30’lar, 40’lar olamaz; 5 ya da 6 en fazla. İnsanın hayatının zor aşamalarında o dostlar elinizden tutar kaldırır, biz onları ayağa kaldırırız. Türkiye gibi demokrasiyi kaybeden, kamusal alanda farklılıklara tahammülsüz toplumlarda bilhassa ötekileştirilen insanların arasındaki dayanışma bağları daha da güçlü oluyor. Bilhassa dostluklar daha da kıymet kazanıyor… (Devamı Duvar‘da)