Time Dergisi’nde 17 Nisan 2021 tarihinde yayınlanan Angelina Jolie imzalı söyleşinin tam metnini sizlerle paylaşıyoruz… (Çevirmen: Zeynep Şen)
Türk kadınları, hükümetin İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Avrupa kadına şiddet ve aile içi şiddet anlaşmasından ayrılmaya karar vermesiyle sokaklara döküldü. İsminden de anlaşılabileceği gibi bu sözleşmeye, bundan on yıl önce, yazıldığında Türkiye öncülük etmişti. Sözleşme hükümetleri kadınlara ve kızlara karşı, aile içi şiddet, evlilik için tecavüz kadın ve kadın sünneti dahil her türlü şiddete karşı yasal aksiyon almayı yani kovuşturma açmayı mecbur kılıyordu. Türk hükümeti sözleşmenin “eşcinselliği normalleştirmek” ve Türk aile değerlerini baltalamak için kullanıldığını iddia etti. Eleştirmenlerse bu girişimin, hükümetin tutucu müttefikleriyle olan bağlarını, kadınlar ve azınlıklar pahasına güçlendirmeye çalışmasından ibaret olduğunu söylüyorlar. Yaşanan krizi Türkiye’de doğan romancı ve düşünür Elif Şafak ile görüştüm. Şafak ile geçtiğimiz sene, pandeminin başında mülteci sorunlarına duyduğumuz ortak ilgiden ötürü bir araya gelip konuşmaya başlamıştık. Bu haberi takiben Şafak’la yeniden iletişime geçtim. Birlikte Türkiye’nin aldığı kararın geri çevrilmesi için savaşan kadın ve erkekleri ve bu durumun küresel kadın haklarına dair ne anlattığını tartıştık. “Bir yol ayrımındayız,” dedi Şafak. “Pek çok kadın eşitlik, adalet talep ediyor. Kendileri ve çocukları için daha iyi bir gelecek kurmak istiyorlar. Ancak güç dengesinde görünen bu değişim beraberinde büyük bir tepki getiriyor.”
Sohbetimize Elif’e Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararına ve bunun anavatanındaki kadın hakları açısından ne ifade ettiğine dair sorular sorarak başladım.
Şafak: Bence bu geriye doğru büyük bir adım atmak demek ve kadınlar, çocuklar ve LGBTQ+ topluluğu için çok kötü neticeleri olacak. İstanbul Sözleşmesi şiddete karşı savunmasız olanları koruyan, en ilerici sözleşme. İnsanlara yasal ağlar sunup barınaklar açıyor, farkındalığı arttırıyor ve – uygulandığı takdirde – şiddete maruz kalanları koruyup şiddete mâni oluyor. Türkiye anlaşmayı imzalayıp tasdik eden ilk ülke olmasına rağmen şimdi onu terk ediyor. Bunun kadın cinayetlerinin arttığı bir dönemde yapılması kalbimi kırıyor. Aile içi şiddet vakalarının sayıları Türkiye’de zaten artmaktaydı. Türk hükümeti, kadınların korunmaya en muhtaç oldukları bir dönemde bunun tam tersini yapıyor.
Bu durum kendi ülkesinde şiddete maruz kalan genç kadınlara nasıl bir mesaj veriyor?
Sözleşmeden çekilme kararı insanlara iki mesaj veriyor. Öncelikle kadınlara hayatlarının bir değeri olmadığı mesajını veriyor. Ayriyeten faillere suçlarının yasal olduğu mesajını veriyor. Başka bir deyişle şiddete meyilli olanları yüreklendiriyor.
Kadın hakları konusunda geri atılan adımlar genellikle aile değerlerini koruma girişimleri olarak meşru kılınır. Sanki aile içi şiddetin kapalı kapılar ardından yaşanması daha iyiymiş gibi. Buna ne gibi bir yanıt verebilirsiniz?
Bir kişinin canı yanıyorsa, o kişi şiddete maruz kalıyorsa bu özel bir sorun değildir. Kapalı kapıların ardında kalmaması gerekir. Sessizlik duvarlarını yıkmamız lazım. Hiç kimse şiddetin var olduğu bir evde mutlu olamaz. Elde bir de durumu kötüleştiren, tecavüzcülerin hükümlerini, kurbanlarıyla, sanki onlara bir iyilik yapıyorlarmış gibi evlenmeyi kabul ettikleri takdirde azaltan yasalar var.
Buna bir örnek verebilir misiniz?
Aklıma ilk gelen örnek kısa süre önce gerçekleşen bir dava. Genç, Kürt bir kadın kocasının kardeşi tarafından tecavüze uğramıştı. Cesur bir kadındı, susmayı reddetti. Saldırganını mahkemeye vermek istedi ama mahkemede kendisine Kürtçe konuşan bir tercüman verilmedi. Bu yüzden hikâyesini anlatamadı. Ardından da kocası gelip kadını öldürdü, zira kadın ailenin namusunu lekeliyordu. Bu vaka azınlık gruplarına mensup kadınların, engelli kadınların, cinsiyet değiştirmiş kadınların ve yerel halklardan kadınların yüzleşmek zorunda bırakıldıkları, kesişen baskı katmanlarına ışık tutuyor. Mevcut sistem failleri kayırırken, kurbanları tekrar ve tekrar ve tekrar cezalandırıyor.
Bu dehşet verici. Üstelik şu anda yaşanan bir durum. Bu konuda hep daha yüksek sesle konuşmamız lazım çünkü pandemi her şeyi kötüleştirdi. Dünya genelinde aile içi şiddette artış görüldü. Pek çok ülkede yardım hatlarını arayan insanların sayısına baktığımızda, gelen telefonların pandemi öncesi dönemin beş katına çıktığını görebiliyoruz. Kadınlar ve kızlar saldırganlarıyla aynı ortamlara kapatıldılar. Bu pandeminin başladığı günden beri geçerli. Bunun yanı sıra pandeminin kadınları ekonomik açıdan ne kadar kötü etkilediğini de konuşmak zorundayız. Fikrimce sözleşmeden çekilerek on yıllardır kadın hakları ve eşitlik alanında kaydedilen ilerlemeyi kaybediyoruz. Yıllar yılı atılan adımlar bir anda siliniyor.
Dünyanın pek çok yanında kadınları korumak için savaşan erkekler de var. Mültecilerle ilgili çalışmalarımda başkalarını korumak için kendi hayatlarını tehlikeye atmış pek çok erkekle tanıştım. Yıkıcı – baskıcı- güçten ziyade bu güzel gücü nasıl destekleyebiliriz?
Ataerkillik kadınları mutsuz ettiği gibi aslında erkekleri de mutsuz ediyor. Erkekler de eşitsizlik ve ayrımcılık üstüne kurulu bir sistemde mutlu olamıyorlar – özellikle de geleneksel erkeklik tanımlarına uymayan erkekler. Erkeklerin bu konuşmanın bir parçası olmaları gerek.
Bazen insan boğuluyormuş gibi hissetmeden edemiyor. Lakin hâlâ savaşmaya devam ettiğimizi düşünmek bana yola devam etmek için güç veren bir şey. Tarihe baktığımızda her şey sona ermiş gibi duran pek çok anın olduğunu görebiliriz. Bu yüzden üstelemeye, mücadeleye devam etmek zorundayız. Biz bir yol ayrımında duruyoruz. Pek çok kadın eşitlik ve adalet için haykırıyor. Bu kadınlar kendi hayatlarını kendileri kurgulamak, çocukları için daha iyi bir gelecek kurmak istiyorlar. Lakin güç dengesinde görülen bu kayma tehlikeli bir tepki görüyor. Ülkeler ulusalcılığa, kabileciliğe ve izolasyona, popülizme ve otoriterliğe ya da kökten dinciliğe doğru geri adım attıklarında cinsiyet ayrımında ve homofobide hep bir artış görülür. İster Amerika’da ister Kanada’da, Yeni Zelanda’da, Avustralya’da, Türkiye’de ya da Orta Doğu’da olan, geri kayma olasılığımız daima var.
Dünyanın farklı yerlerinde tanıştığım mülteciler sayesinde temel insan mücadelelerinin birbirlerine ne kadar benzediklerini, topluluklarımızın aslında ne kadar kırılgan olduklarını fark ettim. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında hepimiz birbirimize bağlıyız. Pandemi bunu zaten ortaya koydu. Yeni bir pandemi yaşanması olasılığı, ekolojik krizler, sanal-terörizm ve ekonomik krizler gibi tüm büyük sorunlar bunu rahatlıkla gösterebilir. Etrafımıza hayali duvarlar örmek daha güvende olmamızı sağlamaz. Demokrasi yıkılamayacak bir güç değildir. Daha ziyade güçler ayrılığının olduğu, narin bir ekosistemdir. Oy sandığı tek başına demokrasiyi korumaya yetmez. Demokrasinin olmadığı pek çok ülkede seçimler yapılır. Türkiye’de seçimler göreceli olarak düzenli yapılsa da Türkiye bir demokrasi değil. Rusya’da seçimler yapılmakta ama Rusya da bir demokrasi değil. Demokrasi için hukuk kaidelerinin, güçler ayrılığının, ifade özgürlüğünün, basıl özgürlüğünün olması gerekir. Ve elbette kadın haklarının. Ancak tüm bunlar elde edildiğinde gerçek bir demokrasiden bahsedilebilir. Aksi takdirde elde kalan şey çoğunlukçuluktur. Çoğunlukçuluktan, otoriterzime geçmek de geriye doğru ufacık bir adım atmaya bakar. Bu adım da son hız atılabilir.
Aramızdaki bağlar dünyanın farklı noktalarındaki insanları daha sık görüp onlarla temasa geçebileceğimiz anlamına gelir. İnsanları ayrı tutmak güçleşir. Biz insanlar benzerliklerimizden pek bir şey öğrenmeyiz. Asıl farklarımızdan öğreniriz. Farklarımız bize zorluklar sunar. Bu zorluklar önemlidirler. Demokrasinin olmadığı topluluklarda çeşitliliğin takdir edilmemesi, farklı olmanın zor bir hayat yaşamak anlamına gelmesi tesadüfi değildir. Son romanımı yazarken İstanbul’da refiksizler mezarlığı olarak bilinen bir yerden ilham almıştım. Diğer mezarlıkların aksine burada kimseye çiçek bırakılmaz, kimsenin ziyaretçisi olmaz mermer mezar taşlarının üstüne adları kazılmaz – mezarların başına üstlerine numaralar kazınmış plakların takıldığı tahta direkler dikilir. Buraya gömülenlerin çoğu dışlanmış kişilerdir. Bir yazar olarak ilk içgüdüm bu numaralardan biriyle konuşmaya çalışıp bu süreci tersine çevirmekti. Fikrimce bu mücadelemizin bir parçası – insandışılaştırmaya direnmeye çalışmak.
Politikacıların ve birtakım başka grupların bilhassa mültecileri insandışılaştırma girişimleri sizi endişelendiriyor mu?
Sözlerimizin bir ağırlığı vardır. Geri kalan her şey sözlerimizin ardından gelir. İşe toplama kamplarıyla değil, kelimelerle başlanır. “Öteki” olan hakkında konuşma şeklimiz çok önemlidir. “Salgın”, “mikrop”, “kirlenme” – bunların hiçbiri masumane kelimeler değil. Kendimizi, birbirimiz konusunda bilinçlendirmemiz gerek. Kimi zaman bazı kelimeleri, yanlış şekillerde kullandığımız olabilir ama gene de birbirimizden öğrenebilmek zorundayız. Kelimelerimizi nasıl kullandığımız, onları nasıl seçtiğimiz konusunda, bilhassa bizden farklı olan insanlar hakkında konuşurken bilinçli olmamız çok önemli.
Dilerim hem gençler hem de yaşını almış kişiler daha fazla tartışır, seslerini yükseltir ve birbirlerini yüceltirler. Bir savaşın içindeyiz ve birbirimizi gözetmek zorundayız. Öyle de yapıyoruz. İşte, Türkiye hakkında konuşmaya başladık. Kadınlar sokaklara döküldüler. Onların inanılmazlar ve son derece cesurlar. Çekilen fotoğrafların arasında üstünde “Erkek adam feminist olur” yazan bir pankart taşıyan bir delikanlının resmi vardı. Bu görüntüyü hiç unutmayacağım. Beni öylesine umutlandırdı ki. Dünyanın dört bir yanında müttefiklerimiz var. Birbirimizin sesini duymamız çok önemli.