Kendisi, Çember Apartmanı’nı “İstanbul’u kaybedişimizin romanı” olarak kurgularken merkeze 1964 sürgünleri ve 1986 Tarlabaşı yıkımlarını koyuyor. 64 sürgününde on sekiz bin Yunan vatandaşı doğdukları topraklardan kovulmuş. 90 yaşında nineler “vatan haini” diye sınır dışı edilmiş. Kimine göre, “Bu şehir o gün bitmiş”, kimi kederinden verem olmuş, kimi ise o kovulmanın ardından kuracağı her şeyin kumdan kaleler gibi yıkılabileceğini fark etmiş. (Gazete Duvar / Menekşe Tokyay)
Henüz dün önünden geçtiğin asırlık çınarın bugün kesildiğini görüyorsun. Henüz dün leziz mi leziz profiterol yediğin 212 yıllık Lebon Pastanesi’nin bugün kepenklerini indirdiğine tanıklık ediyorsun.
Abdülhamit’in Hollandalı terzisi ve ünlü modacı Jean Botter için vaktiyle inşa edilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş olan tarihi Botter Apartmanı’nın Medusa başları, bitki süslemeleri ve geometrik motifleriyle İstiklal Caddesi 235 numarada restore edilmeye başlandığını işitiyorsun.
Haydarpaşa Garı’ndan, alışveriş merkezine dönen Deveaux Apartmanları’na, “aslına uygun olarak eski ihtişamlı günlerine döndüğü” sanılan Narmanlı Han’a, Baylan Pastanesi’ne, girişi tamamen asmalarla kaplı ve gölgelik Cennet Çay Bahçesi’ne, 169 yıllık tarihiyle Markiz’in içindeki şık insanlara, Kapalıçarşı’da uluslararası bir markaya yerini bırakan tarihi Şark Kahvesi’ne dek şehirde yitip giden, yıkılan, yanan, yok olan, yok edilen, modernize edilerek içi boşaltılan veya yeniden inşa edilerek melezleştirilen toplumsal ve kültürel bellek mekanlarının ardından derin bir iç çekiyorsun.
Haklısın da. Sırf romantik bir serzeniş de değil bu… Çünkü o yok edilen aslında senin de belleğin, senin de kente “mıh gibi” bağlanmış olan aidiyetin, senin de tarihin… Tarih ile kentsel mekanlar arasına hoyratça çekilen o kalın mı kalın gri mi gri unut(tur)ma perdesinde bellek de aşınıyor, toplumsal olarak inşa ettiğin anıların, yaşam alışkanlıkların, ortak kültürel kodların da.
Kentin tarihini tamamen unutmaya ve unutturmaya ise kimsenin gücü yetmiyor. Çünkü mutlaka sokağa çıktığında bir çatı saçağı, bir korniş, binanın cephesine işlenmiş tozlu bir kabartmadaki Rumca yazı, unutulmuş bir sokak ismi, Balo Sokak’ın caddeye kavuştuğu köşede bir pencereden yükselen glikoula mou nidası, melez bir melodi silik bir hayalet gibi peşinden ilerliyor. Kent maddi bir yapı değil; içindeki tüm insan ilişkileri, tüm kültürel dokusu ve tüm yaşam biçimiyle yaşayan bir organizma ne de olsa…
Resmi tarihin ortak hafızadan silmek için çaba gösterdiği olaylara ışık tutan romanlar yazan araştırmacı-yazar Defne Suman açısından İstanbullu Rumların 1964 sürgünü de çok uzun zamandır içini acıtan bir meseleydi. Bunu da, karantina günlerini arka planına alarak kentin ruhuna sinen kültürel bellek örnekleri üzerinden romanlaştırdı. Annesi ve babasını Sirkeci Tren Garı’ndan Atina’ya uğurlayan, “geride kalan” bir oğlan çocuğunun gözünden geçmişe bir geçit açarak, bellek ile tarih arasındaki o gerilimli ilişki üzerinden bellek çalışmaları yaparak hem de…
Yeni kitabı Çember Apartmanı’nda İstanbullu Rumların 1900’lerin ortalarından itibaren başlarına gelenler ile kentsel belleğin geçirdiği dönüşümü merceğine alan Suman’la 1964 sürgünü ışığında kentsel belleğe dair birkaç gün önce yaptığım söyleşide, bu sürgünü, “yine bilmediğimiz, yine resmi tarih tarafından bize unutturulan, İstanbul’da yürürken gördüğümüz kanıtlarına karşı körleştiğimiz bir kayıp” olarak nitelendiriyor.
Devamı Gazete Duvar ‘da…