Günümüz edebiyatının kendine has kalemlerinden Defne Suman, yeni romanı Yağmur’dan Sonra ile okurlarıyla buluştu. Edebiyathaber’den Likya Bademci, Defne Suman’ın gerçeğe dönüşen distopyasını kaleme aldı…
Aşina olduğumuz öykücülüğünün dışında farklı bir hikâye ile karşımıza çıkan Suman, sanki gelecekten haberler getirirken bugünümüze de ayna tutan bir ulak gibi, büyülü, gizemli ve bir o kadar hakiki bir hikaye anlatıyor. Uzak yarından yakın yarını, bugünü ve dünü resmediyor.
Suman bundan önce yine Doğan Kitap’tan yayınlanan Kahvaltı Sofrası romanında ünlü ressam Şirin Saka’nın yüzüncü doğum gününü kutlamak üzere bir araya gelen bir aileyi anlatmıştı. Bu buluşma hem pek çok aile sırrının ortaya çıktığı hem de gizlenen kimliklerle yüzleşilen bir hesaplaşma hikayesiydi. Bu yeni romanında ise okurlarını şaşırtacak bambaşka bir anlatı çıkarıyor bu kez çantasından. Yazarın diğer kitaplarından alışkın olduğumuz ada atmosferi yine var kitapta. Fakat yine alışık olduğumuz yakın tarihe dair kaynaklara dayanan bir gerçeklik kurgusu yok bu kez. Tam tersine çok daha sembolik, alegorilerle beslenmiş ve hatta distopik bir anlatım söz konusu. Yine ilgi çekici olan bir diğer nokta ise, buna her ne kadar bir distopya desek de aslında git gide gerçeğe dönüştüğünü daha da hissettiğimiz bir hikâye bu.
Mart ayından bu yana tüm dünya olarak büyük bir sınavdan geçiyoruz ve içimizi karartmak gibi olmasın ama bu sınav bir süre daha devam edecek gibi duruyor. Üstelik tam olarak bitecek mi, ne zaman ve nasıl bitecek, bittiğinde ne olacak bunların cevapları henüz hiç kimsede yok. Korona günlerinin getirdiği soru işareti ve içe kapanmayı herkes farklı biçimlerde yaşayıp kendine farklı paylar çıkarırken, her birimiz bir şekilde bu yeni düzende yeni hallerimize adapte olup var olma mücadelesini bir şekilde sürdüreduralım; Suman’ın Yağmur’dan Sonra’sı tam da bu dönemin ruhunu taşıyan bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor.
Söz konusu belirsizliğe uygun bir atmosferde açılıyor kitap. Belirsiz bir ülkede, dağların arasında bir köyde, mekân mevhumunun çok da anlamının olmadığı bir coğrafyada geçiyor. Romanın o evvel zaman içinde masalsı havası ilk anda içine çekmeyi başarıyor okuru. Hikâyenin anlatıcısı aynı zamanda baş kahramanı olan Kaya’nın 33 yaşında olduğunu, dağın tepesinde bir kulübede yaşadığını, yedi senedir burada olduğunu, anasız babasız büyüdüğünü biliyoruz. Kendi gibi anasız babasız çocukların yaşadığı bir yetimhanede yatakhane arkadaşı Bulut var bir de. Bir de dünyada gördüğü en güzel gözlerin sahibi Yağmur var. Ama Yağmur, adayı ortadan ikiye bölen depremden önce mi yoksa hemen sonra mı geldi bundan emin değil. Çok da önemi yok bu bilginin.
Devamı Edebiyathaber‘de…