Doğan Kitap’ın kapak tasarımları ödüllü “Dünya Klasikleri Serisi” önsözleri ile okuyucularına küçük edebiyat defineleri sunuyor. Her klasikte farklı bir ismin önsözüyle karşılaşan Doğan Kitap okuyucularını, Fyodor M. Dostoyevski’nin unutulmaz eseri Suç ve Ceza’da Zülfü Livaneli karşılıyor. Sizler için Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı Suç ve Ceza’nın önsözünü paylaşıyoruz…
Suç ve Ceza üzerine
Yayınevinden, Suç ve Ceza’ya önsöz yazmam talebi gelince epeyce şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Evet, ilkgençlik yıllarımdan bu yana defalarca okuduğum, bütün dünya gibi beni de kendine hayran bırakan, neredeyse satır satır bildiğim bir romandan söz ediliyordu ama güneşin altında Dostoyevski üzerine söylenmemiş bir söz kalmış mıydı ki, bir önsözde basmakalıp tekrarların ötesine geçip yeni bir şeyler yazabileyim? Bunları düşündüğüm sırada edebiyat dergilerimizden birinde okuduğum bir söyleşide değerli bir aydınımızın Dostoyevski ve Tolstoy’u karşılaştırdığını ve nedense ilkini enternasyonalist, ikincisini ise milliyetçi olarak nitelediğini görmek bahtsızlığına uğradım. Bildiklerimle, okuduklarımla taban tabana zıt bir görüştü bu. Elbette o dönemin birçok yazarında görüldüğü gibi, Tolstoy’da da kurtuluşu, çarmıhtaki peygamberin izinden giden Slav ruhunun sağlayacağı inancı vardı ama o büyük düşünür bunu hiçbir zaman, başka dinleri ve halkları aşağılayan bir fanatizmle ele almadı. Dünya edebiyat geleneğinin belki de en parlak sayfasını yaratan 19. yüzyıl Rus romanını yerli yerine oturtmak ve elimizdeki kitabı derinden kavramak için o dönemin toplumsal çalkantılarına ve siyasal patlamalarına daha yakından bakmak gerekiyor. Yayımlandığı günden beri fırtınalar koparan Suç ve Ceza’yı anlamak için böyle bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. O dönemin bütün yazarları, kabına sığamayan, büyük bir devrime doğru akan Rus toplumunu kavramaya çalıştılar. Çökmekte, dağılmakta olan bir imparatorluğu Batı düşüncesinin mi, dinin mi, Rus köylüsünün mü, radikal bir devrimin mi kurtaracağı sorusu, ömür boyu yaratıcılıklarının temel sorunsalını oluşturdu. Zaten o dönemin roman, şiir ve tiyatro eserlerini okurken kapıldığımız heyecan ve bu yapıtları boş, yavan ve süslü cümlelerden kurtararak, her birinin içinde bir nabız attığını duyumsatan etki buradan geliyor.
Sanki her yapıtın içinde bir zemberek kuruludur ya da ne zaman patlayacağı belirsiz, saatli bir bomba vardır. Çehov’un, “sahnede bir tüfek gösteriliyorsa oyunun sonunda mutlaka patlar” düşüncesine uygun bir durumdur bu. Hem de Çehov o dönemin en sakin, en sade, en mizahi yazarı –onu çok seven Tolstoy’un “bir kız gibi kibar” nitelemesini hak edecek kadar ince– olduğu ve derin ihtiraslardan uzak durduğu halde. Barajları devirmiş bir nehir gibi ihtilale akan toplum, Rus soyluları, mujikler, devlet memurları, üniversite öğrencileri; anarşistler, solcular, Çar’a düzenlenen suikastler, Çarlık Gizli Polisi’nin nefes alışlarını bile izlediği gizli gruplar, Sibirya sürgünleri ile müthiş bir huzursuzluğun pençesinde kıvranmaktadır. Bu huzursuzluk, toplum denizinin içindeki balıklar gibi her devinimi sezen yazarları bir çeşit düşünce romanı, şiiri ve oyunları yazmaya götürmüştür. Sanki bu büyük eserlerdeki her karakter, bir toplumsal duruş adına konuşmaktadır. Trenlerde, edebiyat suarelerinde, sosyete davetlerinde, meyhanelerde, kır gezilerinde tartışılan her sorun, Rusya Ana üzerine düşünme tonu taşır. Ama her büyük edebiyatta olduğu gibi, şematik, yapay, ideolojik roman kahramanları değildir bunlar. Yalnız Rusya’nın değil, insanlığın derin psikolojisini yansıtan karakterlerdir. Rus yazarlarının bir “meselesi” olması, onların kuru ve ideolojik yapıtlar verme sığlığına düşmesi sonucunu doğurmamıştır.
Raskolnikov’lar, Karamazov’lar aramızda
O dönemde Kont Tolstoy, derin insani duygularla kilisenin yanlış din yorumunu reddederken İsa’nın ve Rus köylüsünün safiyetine güvenmekte; Turgenyev kurtuluşu Avrupalılaşmakta aramakta; Çehov taşra malikânelerinde ne yapacağını şaşırmış durumda canı sıkılan bunalımlı insanlarla dalga geçmekte; Gorki en alttan gelen bir yazar olarak Rus edebiyatına gerçek mujiki sokmakta; Dostoyevski ise insan ruhunun karanlık derinliklerine inerek “suçluluk” kavramını araştırmakta, bazen basit dini çözümlere başvursa bile neredeyse bir gelecekbilimci gibi yeni ve karmaşık bir dünyanın uğursuz kehanetini duyurarak tepki çekmektedir. Çağdaşları, Dostoyevski’nin yazdığı birçok romana, gerçekleri yansıtmayan, insanı kötü gösteren, sahte yapıtlar olarak hücum ediyordu. Suç ve Ceza’nın konusunu bir gazete haberinden almasına, yani bu öğrenci cinayetinin gerçek olmasına rağmen, okurlar ve diğer yazarlar, nihilizmin insanı sürükleyeceği noktaları göstererek geleceği haber veren bu dehayı “aşırı” buluyorlardı. Devrimden sonra Lenin’in bile bu büyük yazarı bir “kötülük dâhisi” olarak nitelemesi, Dostoyevski’nin, Sovyetler Birliği’nin pozitif insan yaratma idealiyle çelişmesi ve insan kalbindeki karanlığa eğilmiş olmasıyla açıklanabilir ancak. Oysa biz, bugünün okurları biliyoruz ki Raskolnikov’lar, Karamazov’lar aramızdadır; artık onlara yabancı değiliz. Kendi düşüncesi ve inancı uğruna başka bir insanı (ya da insanları) öldürmeyi kendine hak görmek, toplumu kurtarmak için çare olarak düşündüğü cinayetleri hiçbir kuşkuya kapılmadan işlemek.
Bu tavır günümüzün dünyasına ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Bireysel şiddeti politik ve toplumsal amaçların emrine vermek artık ne yazık ki alıştığımız bir şey haline geldi. Okul cinayetleri, intihar bombacıları, suikastçiler. Dâhi romancının onca zaman önce yazdığı Raskolnikov bugün karşımıza, masum çocukları katlederek Avrupa’yı kurtarmak isteyen Breivik’ler olarak çıkmakta. Dostoyevski yeni ve suça yatkın bir geleceğin habercisidir ama o dönemin öğretici, terbiye edici akımının etkisinde kalarak, suçluların ya İsa’ya sığınarak ya da suçlarını itiraf ederek ruhlarının kurtuluşunu sağlayacak bir sona erişmelerini amaçlamıştır. Diriliş romanında Tolstoy da yapmıştır bunu. Tam da bu noktada şunu belirtmeliyim: Dostoyevski’nin Raskolnikov’a yaşattığı vicdan azabı ve suçun itirafı yoluyla ruhunu kurtarma inancı ne yazık ki insanlığın tümüne mal edilemez. Bu görüş, Karamazov Kardeşler’deki Büyük Engizisyoncu sahnesiyle kiliseyi eleştiren yazarın, aynı zamanda temel Hıristiyanlık değerlerine bağlılığının mutlak bir kanıtıdır. Ahlaki bir duruş olarak işlenen her suçun sonunda acı çekilmesi ve mutlaka itiraf edilmesi gerekmektedir. Ruhban sınıfına başvurarak günah çıkarma geleneğinin edebiyattaki devamı olarak algılanabilir bu. Oysa bizim gibi toplumlarda suçluluk bilincinden çok, utanç duygusu öne çıkar. 70’li yılların hastalıklı genç ülkücü katilleri, çeşitli hunhar cinayetler işledikten sonra rakı içmeye gittiklerini ve çok mutlu olduklarını anlatmışlardır mahkemelerde. Hiç de pişmanlık çeker gibi bir halleri yoktur. Bu suçları işleyen birisi vicdan azabı duymaz, çünkü başkalarının görmediği suç, suç değildir. Oysa aynı kişi çıplak yakalanmaktan, toplum içinde küçük düşmekten mahcubiyet duyabilir.
Dostoyevski’nin gözünden Osmanlı
Bu yüzden bizim romanımızda Raskolnikov’lar yoktur, Müslüman toplumlarda genellikle utanç, suç bilincinin ötesindedir. Hıristiyanlığın özünün şefkat ve bağışlama olduğunu düşünen Dostoyevski’nin başka dinler ve uluslar karşısındaki Slavcılığı ileri boyutlardadır. Zaten aşırı bir kişiliği olan bu dâhinin Slavcılığı, ne yazık ki onu Puşkin, Tolstoy, Turgenyev gibi insancıl yazarlardan bir parça ayırır. İstanbul’da Çemberlitaş’taki esir pazarından, o dönemdeki Rus Büyükelçi tarafından satın alınarak Rusya’ya götürülen bir Habeş kölenin torunu olan Aleksandr Puşkin –kıvır kıvır Afrikalı saçlarından da bellidir bu- Osmanlı-Rus Harbi’ni izlemiş ve izlenimlerini Erzurum Yolculuğu kitabında anlatmıştır. Kitabı okuduğunuzda Puşkin’in insancıllığına hayran kalır ve o dönemin modasına uymadan, kendi ordusunu da, “düşman” askerini de insan olarak görüşü karşısında saygıyla eğilirsiniz. Şehit düşmüş gencecik bir Osmanlı askerinin yüzündeki çocuksu saflığı anlattığı satırlar Puşkin’i ve onun insancıllığını, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yüceltir. Puşkin’den çok sonra Osmanlı-Sırp Harbi sırasında Petersburg’da yazılanların pek çoğu bu insancıllığı taşımaz. Dostoyevski o dönemde korkunç bir Slav milliyetçisi olarak çıkar karşımıza. Ateşli yazılarında sürekli olarak, palasıyla hamile kadınların karnını deşen, bebekleri süngüsüne takarak dolaştıran korkunç bir Osmanlı tipi yaratarak halkı galeyana getirmeye çalışır. Ona göre Konstantiniyye bu barbarların elinden alınmalı, Rumlara da bırakılmamalıdır. Bu büyük şehrin sahibi olmaya layık tek halk Ruslardır. Buna benzer milliyetçi yazıları, Dostoyevski’yi savaş yanlılarının ve Slavcı muhafazakârların gözünde yüceltirken, bir başka yazar daha insancıl bir bakış açısıyla Osmanlılara karşı bu ifadeleri kullanmıyor, bu açıdan Puşkin’in çizgisini izliyordu. Kont Lev Tolstoy bu tutumuyla neredeyse “vatan haini” damgası yiyerek sert biçimde eleştirilmesine rağmen, yaşadığı yere yakın bir kampta ziyaret ettiği Türk esirlerin, “Kuran okuyan sakin ve efendi, olgun kişiler” olduklarını yazmaktan geri durmuyordu.
Dostoyevski Slav aşkı yüzünden Turgenyev’le de ters düşmüş, Avrupalılardan nefret eden bir yazar haline gelmişti. Bir Avrupa gezisinde tuttuğu notlarda, bu ülkelerde gördüğü ilerlemeler karşısında duyduğu hayranlığı gizlemek için şöyle yazar: “Evet, muazzam köprüler yapıyorlar ama Ruslar da semaveri icat etti.” Kısacası Fyodor Dostoyevski’nin köleliğin kaldırılmasına karşı çıkmaktan tutun da şovenizme varan Slav inancına kadar birçok aşırılığı vardı ama bunların hiçbiri onun deha düzeyindeki büyük romancılığına leke süremedi. Yeraltından Notlar kitabının ilk cümlesindeki gibi “hasta bir adam”dı o. Baba kompleksi, gizli Petraşevski grubuna katıldığı için idam mangasının karşısına çıkarılması, son anda Çar tarafından bağışlanarak Sibirya sürgününe gönderilmesi, orada yaşadığı ve bugün Ölüler Evinden Anılar’ı okuduğumuz zaman içimizi titreten acılar, onu ömür boyu kıvrandıran sara hastalığı, mutsuz evliliği, parasızlığı, kumar tutkusu, alacaklılarının şikâyetiyle hapse girip çıkması, bu duyarlı yüreği çok hırpaladı; zaman zaman sağlıklı düşünme yetisini bile zedeledi ama onu asıl büyük kılan özelliğe hiç dokunamadı. O büyük yaratıcı, insan ruhundaki karanlığa bakma cesaretini göstererek, insanlık hallerinin keskin bir gözlemcisi oldu, hepimizin içinde bir köşede uyuyan Raskolnikov’ları, Karamazov’ları ortaya çıkardı. Dostoyevski’nin keskin gözlem gücü karşısında kendimizi çıplak hissediyor oluşumuzun nedeni budur.
İnsan ruhunun labirentlerinde dolaşmak…
Raskolnikov’un hikâyesi bir süre sonra bizim hikâyemize dönüşür, biz de bu genç adam gibi suç nedir, ceza nedir diye sorarken buluruz kendimizi. Savrulan bir toplumdaki bireylerin iç dünyalarına en çok yaklaşabilen yazardır Dostoyevski. Bu bakımdan benzersizdir, eşine edebiyatta değil ancak Freud gibi ruhbilimcilerde rastlanabilecek bir derinliğe sahiptir. Suç ve Ceza yazılmasaydı bir yanımız eksik kalırdı diye düşünmem bundandır. Dostoyevski’nin tek bir insan ruhunun labirentlerinde dolaşarak yazdığı Suç ve Ceza zıtlığını –ya da birlikteliğini– Tolstoy toplumsal alanda Savaş ve Barış zıtlığı olarak yaratmıştır. Dostoyevski onca yılın mutsuz evliliğinden sonra yaşlılık döneminde, hem kitaplarını hem de hayatını düzene sokan Anna adlı genç bir kızla evlendi. Kısa bir mutluluk döneminden sonra büyük romancı ölünce, cenaze töreninde Anna’ya, “Çok genç bir kadınsınız, yeniden evlenecek misiniz?” diye sordular. Anna bu soruyu, müthiş bir karşı soruyla yanıtladı: “Dostoyevski öldü, Tolstoy ise çok yaşlı. Dünyada evlenecek başka erkek var mı ki?” Gerçekten de bir Dostoyevski daha gelmedi dünyaya.