Doğan Kitap Yayın Direktörü Cem Erciyes, başka yayınevlerinin yayımladığı kitaplar arasında okuyup sevdiklerini tanıtıyor. Bu yazıda mercek altına aldığı eserler: “Uç” , “Alametler Kitabı” , “Bir Alman’ın Hikayesi” , “İstasyon” , “80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri”
Kalbim durdu, çocuklara söylemedim
- Uç
- Tuba Kumaş
- İthaki Yayınları
- 81 sayfa
Tuba Kumaş’ı Doğan Kitap okurları, çizer Berk Öztürk ile hazırladıkları Dünyanın Sonu Geldiğinde kitabından hatırlar. Gerçekten de sesiyle rengiyle anlattığı hikayesiyle ve üslubuyla son derece kendine özgü benzersiz bir kitaptır bu. Bizim yayın kurulunda Tim Burton filmlerine benzetilmişti. Yetişkinler için karamsar bir masal diyebileceğimiz bir kitap, Dünyanın Sonu Geldiğinde. Çocuksu biryanı var, ama ancak bir yetişkin yüreğinin ya da aklının alabileceği bir hikaye anlatıyor. Tuba Kumaş, bu karanlık çocuksuluğu bir üsluba, anlatım biçimine dönüştürüyor. Nitekim benzer bir üslubu İthaki Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Uç’ta da görüyoruz.
Tamamının merkezinde kadınların olduğu, sanki bir kız çocuğunun konuştuğu duygusu uyandıran sert ve acıtıcı öyküler anlatıyor Tuba Kumaş. Kimi öykülerde bir rüyanın içinde ilerliyoruz sadece, bazen rüya ile gerçeğin sınırları belirsizleşiyor. Hafiften tedirgin edici, hiçbir şeyin bildiğimiz gibi olmadığı bir dünyaya ait öyküler bunlar. Ama bütün ilişkiler tam da bildiğimiz gibi. Kadınlar evlerinde yalnız, şiddete açık, toplumun baskısı altında, çocuklar çaresiz ve sevgililer bazen aslında sevgisiz.
Bu küçük yazıyı o harika Uç öyküsünden kısa bir alıntıyla bitireyim: “Çocuklara kalbimin durduğunu karınları açken söylemek istemedim. Dünden kalan yemeklerle verilebilecek bir haber de değildi bu. Akşam yemeğini hazırlamayı seçtim ben de. Mutfakta yemek yapacak malzeme kalmadığını görünce ailecek yiyeceğimiz son akşam yemeğini hazırlamak için alışverişe çıktım.”
Ve artık gülmekten başka çare kalmadı
- Alametler Kitabı
- Gaye Boralıoğlu
- İletişim Yayınları
- 139 sayfa
Gaye Boralıoğlu’nu bu öykü kitabı kendine özgü bir dünya oluşturuyor. Distopya öyküleri de diyebiliriz ama bildik distopyanın o amansız karanlığı yok bu kitapta. Evet hiç de arzu edilmeyecek hayatlar ve dünyalar anlatıyor ama dudağının kenarında bir tebessümle, biraz da mizahın sınırlarına uzanarak… Öyle ki mesela Kanuni Orospu öyküsü neredeyse bir Aziz Nesin öyküsü gibi geldi bana.
Kitabın adı, gidişatımıza dair kötümser bir tahminde bulunuyor gibi. Eh, Türkiye’nin ve dünyanın gidişatında kötü alametler aramaktan doğal ne olabilir ki? Boralıoğlu’nun öyküleri de duygunun, sevginin, dayanışmanın kalmadığı paracı düzenin adaletsiz yönetimlerin bütün insan ilişkilerini zehirlediği bir dünyayı anlatıyor. Çocuk edinmenin bir fiyat tarifesine bağlandığı, eşyaların belleğine bile fiyat biçilen, rüyalarımıza giren suçlar için bile mahkum olabileceğimiz, göçmenlerin alnında bir damgayla dışlanmaya mahkum edildiği, kötülüğün kendini ihbarcı vatandaşta ifade ettiği bir dünya. Ama dediğim gibi öyle insanın üstüne basan öyküler anlatmıyor Gaye Boralıoğlu. Kafesten bir çocuk almayı planlayan çifte, kendisi dahil kafasını bozan herkesi terörist ilan eden memura, kocasının yıldönümü hediyesi çin vazosu Kütahya Porselen çıkan kadına biraz acıyarak sempati duyuyor yazar. Bu trajik kahramanların biraz da komu öykülerini zevkle okuyorsunuz.
Şimdi değilse ne zaman okumalı?
- Bir Alman’ın Hikayesi (Hatırladıklarım 1914-1933)
- Sebastian Haffner
- Çev: Hulki Demirel
- İletişim Yayınları
- 270 sayfa
Son zamanlarda faşizm üstüne bir şeyler okumaya çalışıyorum. Malum Türkiye siyasetinde herkes herkesi faşistlikle suçluyor; gerçi hepimiz esas faşistin kim olduğunu gayet iyi biliyoruz… Özellikle güncel faşizm tartışmalarını da değerlendirdiği için Birikim Dergisi ‘nin Şubat-Mart 2021 sayısını şiddetle tavsiye ederim. Bu arada faşizmin yükselişini ele alan, son dönem popüler olmuş kitaplar var, Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ ve Sebastian Haffner’in ‘Bir Alman’ın Hikayesi’ gibi… Ben ikincisini almaya karar verdim ve bu çok konuşulan yazarı geç de olsa okudum. Gerçekten de bu konuda okuyabileceğiniz en etkili metinlerden birisi bu.
Haffner 1923 yılını, daha sonraki felaketin temellerini atıldığı bir yıl olarak görüyor. Çünkü bu yıl Alman ekonomisi çöküyor ve bugün hala hayretle anlatılan hiper enflasyonla birlikte fiyatlar saatten saate değişiyor. 15-16 yaşlarında bir delikanlı olan Haffner, yüksek memur babası maaşını aldığında telaşla pazara koşup maaş erimeden bir aylık yiyecek içeceklerini almaya çalıştıkları günleri hiç unutmuyor. Bu güvensizlik ve moralsizlik Alman halkını her şeyi kabullenecek bir pragmatizme sürüklüyor Haffner’e göre. 1924’de işler biraz düzeliyor ve ‘Almanların gördüğü tek gerçek barış dönemi’ 1924-1929 arasındaki altı yıllık dönem başlıyor. Genç Haffner’in üniversitede farklı uluslardan (aralarında bir Türk de var) kaygısız ama hayata meraklı bir grup arkadaşıyla birlikte geçirdiği bu dönem 30’larda Nazilerin kendini göstermesiyle sona eriyor. Haffner, Nazilerin iktidara gelmesinde Alman halkının kendine özgü tabiatı kadar dönemin Alman siyasetçilerinin basiretsizliğini de önemli bir etken olarak görüyor. Pek çok siyasetçinin ve siyasi grubun Hitler’in önünü açan bir kararsızlık içinde davranmasını eleştiriyor. Umut verebilecek siyasetçiler ve siyasi gruplar da zaten muazzam bir şiddete maruz kalıyorlar. Derken Haffner’in ‘yolda görseniz ateş istemezdiniz’ diye tanımladığı Hitler, ülkenin tek hakimi oluyor.
Kendisini sağcı olarak tanımlayan biri Haffner; bugünkü ölçütlerde en çok liberal olduğunu söyleyebiliriz. Ama içindeki özgürlükçü ruh kendini akışa kaptırmasına engel oluyor, çevresindeki herkes ya bir yolunu bulup ülkeyi terk ediyor ya da Nazileşiyor. O dönem Yahudilerin birden ulusal düşman ilan edilmesi ve bunu herkesin normal karşılamasına insan inanamıyor. Haffner ise bu hakim düşünce biçimlerini bir türlü benimseyemiyor ve babasının istediği gibi yüksek bir devlet memuru olma sürecini de yarım bırakıp İngiltere’ye kaçıyor…
İşin ilginci sağlığında yayımlatmadığı, 2000’lerde çocukları tarafından yayımlanan bu kitap, bütün bir toplumun zorbalar ve deliler tarafından nasıl da paralize edilip tutsak alındığını öyle güzel anlatıyor ki… Şimdi değilse ne zaman okumak gerekir bilmiyorum…
Keyifle yudumlanacak, lezzetli bir anlatı
- İstasyon
- Birgül Oğuz
- Metis Yayınları
- 103 sayfa
Üniversitedeki işinden politik sebeplerle atılan kadın, hayıtının bu belirsiz dönemini geçirmek üzere, uzak bir adadaki arkadaşının evine, bir süre göz kulak olmaya gider. Bu evin özelliği bir tür ‘istasyon’ olmasıdır.
Birgül Oğuz’un uzun bir öyküden oluşan kitabı İstasyon belli ki üstünde çok çalışılmış, çok sade ve çok kuvvetli bir eser. Bu küçücük kitabı okurken adeta mırra gibi cezveden cezveye aktara aktara kısalıp yoğunlaştığını anlıyorsunuz. Ama mırra gibi simsiyah acı bir öykü değil İstasyon. Yoğunluğu tam kıvamında, keyifle yudumlanacak, lezzetli bir anlatı. Birgül Oğuz kullandığı dil ve hikayenin küçük ayrıntılarıyla kendine özgü bir dünya kuruyor. Hikayenin geçtiği ada neresi bilmiyorsunuz, ülke bile belli değil. Ev, kadınlar için bir sığınma evi mi? Tam değil sanki… Asla emin olamıyorsunuz, çünkü yazar bunu anlatmıyor size. İçinde sadece kadın karakterlerin olduğu bu kısa öykü bizi mekan ve zaman hakkında şüphede bırakıp karaktere odaklanmamızı sağlıyor.
Son yıllarda Türk edebiyatı ve sinemasının en gözde konusu aile. Birgül Oğuz’un kahramanı da geride bıraktığı ailesinden, annesinden kurtulamıyor; adeta onun kaderini ve kederini yeniden yaşıyor. İçe dönüklüğü ve yalnızlığının kendisi o kadar farkında değil belki ama dışarıdan açıkça görülebiliyor. Herkesin bildiği bu kendi başına kalma hali, hikaye ilerledikçe imkansızlaşacaktır. Belki kendisini daha iyi tanıması ve biraz da kabullenmesine yarayacaktır adada geçirdiği birkaç ay.
Bu kitapta doğa da önemli bir yer tutuyor. Arkadaş adlı köpeği saymıyorum, o bir öykü karakteri; ama deniz, güneş, çalılar, çamurlu patikalar ve kar, tipi… karakterin insanlardan daha çok ilişki kurduğu şeyler… Son bir not: Birgül Oğuz’un bu güzel kitabında bana, Faruk Duman’ın o çok sevdiğim romanı ‘Ve Pars Hüzünle Kaybolur’u çağrıştıran bir şeyler var…
Nice yeni yaşlara Oya Hanım!
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri
- Oya Baydar
- Can Yayınları
- 320 sayfa
“Söz veriyorum, 90. Yaş günlüklerim daha iyimser ve umutlu olacak!” diye bitirmiş kitabını Oya Baydar. Türk edebiyatının kendine özgü isimlerinden biri Oya Baydar. Çok genç yaşta kazandığı edebi başarıya rağmen yazmaya uzun bir ara veren, bu arada siyasi kimliğiyle öne çıkan, yıllarca sürgünde yaşayan ve son yirmi yılda edebiyatımızda tekrar ağırlığını koyan bir isim. Türkiye’nin vicdanı olabilmiş solcu bir kuşağın mensubu. Yazdıklarında her zaman bu vicdanın sesini duymak mümkün. Şimdi 80. yaşında romanlarına ara verip bir günlük tutmaya karar vermiş. Bu bir tür pandemi günlüğü diyebiliriz. Covit’in varlığını kabul ettirdiği 2020 Martında başlıyor ve eylül ayına kadar geliyor. Bu arada Oya Baydar eşi Aydın Engin’le birlikte Marmara Adası’ndaki yazlık evlerine gidiyorlar ve ‘kapanmayı’ burada yaşıyorlar. Özellikle kapanmanın başında 65 yaş üstüne getirilen yasak nedeniyle hayli kızgın, bu küresel felaketi tıpkı 80. yaşı gibi büyük bir olgunlukla karşılayan ama dünyanın haline dönük kızgınlığını da saklamayan günlükler bunlar. Hem dolu dolu geçmiş 80 yıllık bir yaşamın edebi ya da gündelik detaylarına dokunan, dolayısıyla Oya Baydar’ı tanımak isteyenlerin merakla okuyacakları hem de onun gündelik olayları değerlendirirken kendi düşünce ve yaşam ilkelerini ortaya koyduğu bir kitap. Baydar olabildiğince açık yürekli ve samimi davranmış yazarken. Okuması gayet zevkli, üstelik o kadar da karamsar değil, belki biraz hüzünlü. Nice yeni yaşlara Oya Hanım.