2021 Temmuz ayında Doğan Kitap tarafından yayımlanacak yeni roman öncesinde Hakan Günday’dan okurlarla ilk kez buluşacak bir Kinyas ve Kayra öyküsü geldi. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan bu öykü Hakan Günday’ın Kinyas Kayra özel baskısının içine gizlediği ufak kısımlardan oluşmakta. Doğan Kitap tarafından Hakan Günday okurları için bir araya getirilen öykü ilk olarak T24 gazetesinde yayınlandı…
Bu hikâyeyi kimseye anlatmadım. Kayra’ya bile anlatmadım. Ne o sordu ne ben söyledim. İşlediğim ilk cinayet hakkında hiç konuşmadım. Tek kelime bile etmedim. Ama Kayra hep konuştu. Oysa gerek yoktu. Çünkü yanındaydım. O yaşlı adamı öldürdüğünde oradaydım.
Kayra ilk cinayetini bir yastıkla işledi. 93 yaşında felçli bir adamdı. Ama felçli olması yetmedi. Kayra uyumasını bekledi. Kayra, 93 yaşında, felçli bir adamı uykusunda boğarak öldürdü. Sonra dönüp bana baktı. “Hiçbir şey hissetmedim” dedi. “Hiçbir şey hissetmiyorum” dedi. “Hiçbir şey hissetmeyeceğim” dedi.
Ve o eski köy evinden çıkıp Abidjan’da bir bara gittik. Karşılıklı oturup birer flag istedik. O an soracak sandım. Çünkü söz vermiştik birbirimize. Afrika’daki ilk ayımızda ikimiz de birer cinayet işleyecektik.
Kinyas ve Kayra katil olacaktı. Böylece asla dönemeyecektik evlerimize. Çünkü o evlerde insan hayatı kutsaldı. Böyle öğretilmişti bize. Ve bütün öğrendiklerimizi unutacaksak, bu bilgiden başlamalıydık. Aşmamız gereken tek gerçek sınır buydu. Aksi takdirde dünyanın öbür ucuna da gitsek, olduğumuz yerde kalacaktık. Bin defa adımızı da değiştirsek biz yine biz olacaktık.
Ama eğer öldürebilirsek… İşte o zaman yeniden doğacaktık! Ölümden ve öldürmekten sonra bir hayat olup olmadığını ancak o zaman anlayacaktık!
Çocuktuk o zamanlar… Meğer cinayet işlemeyi ne kadar büyütmüşüz gözümüzde. Binlerce insan binlerce savaşta binlerce insan öldürüp ailelerine dönmedi mi? Hangi katliamcı, hangi soykırımcı evine kadar gelip de kapısından döndü? Hangi biri yaptıklarından utandı? Aralarında mahkemelere çıkarılıp yargılananlar oldu. Ama onlar bile yakalandıkları için utandılar, öldürdükleri için değil. Zaman içinde biz de bütün bunların farkına vardık tabii. Hatta geçmişte bize öğretilen o bilginin doğru olduğunu bile anladık.
İnsan hayatı gerçekten de kutsal! Yalnız eksik öğretmişler. Sadece hayatta kalanların hayatı kutsal! Bunu da hayatta kalarak ve hayatta kalanların tarihini okuyarak öğrendik. Ama Afrika’daki ilk ayımızda henüz bunları düşünemeyecek kadar toyduk. Ve aramızdaki anlaşmayı ancak başkalarının kanıyla imzalayabileceğimizi düşünüyorduk. Kayra sözünü tutmuştu. Gerçekten de bir insanın canını alabilmişti.
O gün o barda otururken “Hadi şimdi sıra sende!” diyebilirdi. Ama demedi. “Peki, sen ne zaman bir katil olacaksın?” diye sorabilirdi. Ama sormadı. Sadece ne düşünüyorsa onu tekrarladı. “Hiçbir zaman hiçbir şey hissetmeyeceğim!” Sonra da garsondan bir flag daha istedi. Belki de anladı, diye düşünmüştüm. Her şeyi anlamış olmalı, demiştim içimden.
Afrika’da geçirdiğimiz ilk ay içinde üç gün ayrı kalmıştık. Şehre geldiğimizden beri ilk kez ayrılmıştık. Yeniden bir araya geldiğimizde ise ben artık bir katildim. Uyuyamayan bir katil! Ben payıma düşen cinayeti Kayra’dan önce işlemiştim. Ve Kayra’nın bunu anlaması için gözlerime bakması yeterliydi. O cinayetten beri uyuyamıyordum. Gözlerim birer kan çanağıydı. Belki de bu yüzden bana hiçbir şey sormuyor diye düşünmüştüm. Oysa sorsa belki anlatabilirdim. Belki de bu dünyada sadece ona anlatabilirdim. Belki de hiç konuşmaz ve sadece ağlardım. Kan ağlardım! Çünkü ben Kayra değilim! Hiçbir zaman onun gibi olmadım. Çünkü ben hissettim! Çünkü ben bir zamanlar hissediyordum…
O üç günlük ayrılığın ilk saatlerinde bir tabanca satın aldım. Doğrusu, hiç de zor olmadı. Öyle bir şehre gelmiştik ki istesem bir bazuka bile alabilirdim. Ama ben boktan bir Browning’le yetindim. Sıra, öldürecek insanı bulmaya gelmişti. Önce bir bebek öldürmeyi düşündüm. Ne de olsa bebek ölümleri Afrika’da sadece bir istatistik meselesiydi. Ayrıca bir bebek henüz hayatta olduğunun bile farkında değildi. En azından konuşamıyordu. Dolayısıyla ona acımam için yalvaramazdı. Çünkü o güne kadar bana yalvaran herkese acımıştım. Ama tabii bu, insanları yalvartmama hiçbir zaman engel olmamıştı. Her neyse… Ve sonra etrafımdaki kadınlara baktım. Kucaklarındaki bebeklere baktım. Bacak aralarındaki bebeklere baktım. Sırtlarındaki bebeklere baktım. Yapışmışlardı birbirlerine. Annesini de öldürmeden bir bebeği öldürmek mümkün değildi. Ben de hedef değiştirdim.
Ölmeyi hak eden birini bulmalıyım, diye düşündüm. Böylece bu bir cinayet olmayacaktı. Bir cezalandırma olacaktı. Hatta bir infaz… Ve ben de vicdan azabı çekmeyecektim. Evet… Şimdi düşününce çok tuhaf geliyor. Ama demek ki benim de vicdan azabı çekmekten korktuğum günler olmuş…
Browning cebimde ve elim Browning’deydi. Bir an önce güneş batsın, istiyordum. Çünkü biliyordum ki ölmeyi hak edenler sokağa çıkmak için geceyi bekler. Ama çok geçmeden hiçbir bok bilmediğimi fark ettim. Kimsenin sokağa çıkmak için geceyi beklediği yoktu! Öyle sokaklarda yürüyordum ki her yanım ölmeyi hak edenlerle doluydu. 12 yaşındaki kızları turistlere pazarlayan heriflerden yankesicilere kadar şehrin bütün canavarları etraftaydı. Gözüme birini kestirip takip ediyordum. Sonra vazgeçip bir başkasının peşine düşüyordum. Akşam olana kadar bu böyle sürüp gitti.
Kilometrelerce yürüdüm. O onlarca canavar onlarca tenha sokağa girdi. Ama hiçbirinin arkasından yaklaşıp ateş edemedim. O günlerde bir insanı ancak arkasından ateş ederek öldürebileceğimi düşünüyordum. Beni asla görmemeliydi. Gözlerimin içine bakmamalıydı. Bu yüzden her kimi öldüreceksem ya sırtından ya ensesinden ya da başının arkasından vurmalıydım.
Ama bir insan öldürmek tabanca satın almak kadar kolay değildi. Arkasından yaklaştığım insanlar beni mutlaka fark ediyordu. Dönüp bana bakıyor ve daha uzaklaşamadan benimle konuşmaya başlıyorlardı.
“Esrar ister misin?” diye soruyorlardı.
“İstemiyorum” diyordum.
“12 yaşında bir kız ister misin?” diye soruyorlardı.
“İstemiyorum” diyordum.
“18 yaşında bir kız ister misin?” diye soruyorlardı.
“İstemiyorum” diyordum.
“Peki, 12 yaşında bir oğlan ister misin?” diye soruyorlardı.
“İstemiyorum” diyordum.
Bazen de kemerlerinden bir bıçak çekip “Para ver!” diyorlardı. Ben de koşarak kaçıyordum. Ama sonuncusundan kaçamadım. Elindeki bıçağı bir boğa boynuzu gibi dayadı boğazıma.
Bir çıkmaz sokaktaydık. Bizden başka kimse yoktu etrafta. Hiç tereddüt etmedim. Bütün paramı verdim adama. Tabii ki Browning’i de verdim! O güldü, ben saydım. Üç altın dişi vardı. O konuştu, ben okudum. Üzerindeki tişörtte “LIFEGUARD” yazıyordu.
“Benim adım” dedi. “Lifeguard!”
Titriyordum.
“Sakin ol” dedi. “Bak, Lifeguard burada. Korkma!”
Ama o kadar korkuyordum ki! Bir insanı öldürmekten öylesine korkuyordum ki! Düşüncesi bile titrememe yetiyordu. Sırf kimseyi öldürmemek için tabancamı o adama vermiştim.
“Tabancamı al ve beni cinayet işlemekten kurtar! Hayatımı kurtar Lifeguard!”
Böyle düşünüyordum. Oysa Lifeguard hiçbir şey düşünmüyordu. Benim tabancamı beline sokmuş, benim paramı sayıyordu. Beni unutmuş gibiydi. Sanki orada yokmuşum gibi. Evden hiç kaçmamışım gibi. Afrika’ya hiç gelmemişim gibi… Ne de olsa bana ihtiyacı kalmamıştı. Gidebilirdim artık. Ama kımıldayamıyordum. Sadece durduğum yerde titriyordum.
Lifeguard birden başını kaldırıp yüzüme baktı. “Siktir git!” dedi. “Hadi, siktir git!”
Ben de istiyordum gitmeyi ama hareket edemiyordum ki! Belki de hareket edebilsem en yakın postaneye gidip ödemeli olarak babamı arardım. Sonra da babamın göndereceği parayla bir uçak bileti alıp başladığım yere dönerdim. Ama değil hareket etmek, doğru düzgün düşünemiyordum bile.
Lifeguard belindeki tabancayı çekip bana doğrulttu. Bir an için tabancanın namlusuyla göz göze geldim. Lifeguard namluyu alnıma dayadı.
“Ölmek mi istiyorsun?” dedi.
Tabii ki bu bir tehditti. Ama ben o an bunun bir soru olduğunu sandım. Derhal yanıt verdim.
“Evet” dedim. “Evet, ölmek istiyorum. Şu an o kadar ölmek istiyorum ki herhalde bu dünyada kimse benim kadar ölmek istememiştir!”
Lifeguard ne dediğimi anlamadı. Çünkü Türkçe konuşmaya başlamıştım. Tabancanın namlusunu alnıma bastırıp başımı geriye doğru itti.
“Öldürürüm seni! Siktir git!” dedi.
Neden bilmiyorum ama Lifeguard’a tam olarak şöyle söyledim. Bu defa anlayacağı dilden. Fransızca.
“Eğer beni hemen burada öldürmezsen, ben seni öldüreceğim!”
Lifeguard güldü. İki adım geri attı. Etrafına baktı. Hâlâ kimse yoktu. Olsa da fark etmezdi. Çünkü o sokakta kimse, bir insan öldürüldüğü için polisi aramazdı. En azından hemen aramazdı. Önce beklerdi. Sokağın çocukları cesedin üzerindeki giysileri ve ayakkabıları çalsın diye beklerdi.
“Deli misin sen!” diye bağırdı Lifeguard.
“Bilmiyorum!” diye bağırdım. “Bilmiyorum!”
Ve Lifeguard’ın üzerine yürüdüm. “Öldür beni!” diye bağırdım. “Hemen şimdi burada öldür beni Lifeguard!”
İki elimle boynunu bir balık gibi yakalayıp sıkmaya başladım. Lifeguard dengesini kaybetti.
“Bırak!” diye bağırdı. “Çek ellerini!”
Ama artık çok geçti! Ellerim beni dinlemiyordu. Aklım beni dinlemiyordu. “Gebert beni!” diyordum.
Lifeguard beni dinlemiyordu. Tek yaptığı, boştaki eliyle boğazındaki parmaklarımı açmaya çalışmaktı. Bir de tabanca namlusunu karnıma yaslamak.
Ve işte o an duydum o muhteşem sesi. Nasıl anlatılabilir ki o ses?
Tak! Hayır…Tik!
Yok… “Tok!” Belki… Her neyse…
Tabancanın horozu boşa düşmüş ve o muhteşem ses iki çeliğin çarpışmasından çıkmıştı. Lifeguard şaşkınlık içinde önce tabancaya sonra da bana baktı. Tetiği çekmeye devam etti. Defalarca… Ama hiçbiri işe yaramadı. Silah bir türlü patlamadı. Beni bir türlü öldüremedi.
Oysa tek yapması gereken, kemerindeki bıçağı çekip kalbime saplamaktı. Defalarca… Ve her bir darbesi de işe yarardı. Mutlaka yarardı! Ama o böyle yapmadı. Beni vurmak istedi. Beni vurup benden kurtulmak… Karşısındaki çılgın beyaz turisti tek mermiyle gebertip hayatına devam etmek… Aklına ilk gelen fikre güvenme, derdi babam. Haklıymış.
Kim bilir Lifeguard’ın babası ona neler demişti? Kim bilir ne öğütler ne hayat dersleri vermişti? Ama belli ki hiçbiri işe yaramamıştı. Yine de Lifeguard’ı suçlayamam. Sonuçta hiçbir şeyden haberi yoktu. En önemlisi de ne kadar korktuğumu bilmesine imkân yoktu.
Evet, tabii ki söz vermiştim Kayra’ya. Ama o kadar korkmuştum ki sözümü tutmaktan… O kadar korkmuştum ki bir insanı öldürecek olmaktan… Şarjörü bomboş bir tabancayla gezmiştim o sokaklarda. Gün boyu boş tehditler savurmuştum o boş tabancayla. Ama artık iş değişmişti. Gerçekten de cezalandırıyordum artık birini. Beni öldürmemenin cezası ölümdü. Ben o gün beni öldüremediği için bir insanı öldürdüm.
Kayra ilk cinayetini bir yastıkla işledi. Benim suç aletim ise korkuydu!
Kendimden, insanlardan, hayattan ve dünyadan o kadar korkuyordum ki kendine Lifeguard diyen o adamı ellerimle boğarak öldürdüm. Belki biraz da tekmeledim. Kafatasını da çatlatmış olabilirim. Bir kolunu kırmış da olabilirim. Altın dişlerini ısırıp koparmış da olabilirim. Adamın bıçağını alıp gözlerine saplamış da olabilirim. Doğrusu, hatırlamıyorum. Ama şu anları gayet iyi hatırlıyorum.
Önce elimdeki bıçağı yere attım. Sonra etrafa saçılmış paralarımı topladım. Bir sigara yaktım. Üç nefes çektim ve eğildim. Lifeguard’ın elindeki tabancayı söküp aldım. Tabancanın tetiğinde kalmış olan işaretparmağını fark ettim. Lifeguard’ın kopmuş parmağını ısırıp tetikten çektim ve toprağa tükürdüm. Cebimdeki mermileri çıkarıp şarjörü doldurdum. Ve yerde hareketsiz yatan adamın yüzüne baktım. O yüze baka baka o yüzün tam ortasına 15 kez ateş ettim. Sigaradan bir nefes daha çektim.
İnsanların evlerinden çıktıklarını gördüm. Üzerime doğru geliyorlardı. Bu defa tabancayı onlara doğrulttum. Bir an için geri çekildiler. Ve ben bir köpek gibi koşup aralarından geçip gittim. Ne kadar koştum, bilmiyorum. Ama gecenin karanlığında bindiğim o takside artık korkmadığımı fark ettim.
Artık hiçbir şeyden korkmuyordum! Ve tam da bundan emin olduğum anda yeniden titremeye başladım. O kadar sarsılıyordum ki sonunda üzerime kustum. Taksi şoförü bağırıyordu. Bense ağlıyordum. Tabii ki korkuyordum! Hem de her şeyden korkuyordum! Bütün o insanlar… Sokaktaki bütün o insanlar… Hepsi de beni görmüştü. Biliyorlardı ne yaptığımı. Yüzümü asla unutmayacaklardı. Bütün beyazlar birbirine benziyor ama ben kimseye benzemiyordum!
Çünkü ben artık bir katildim. Hepsi de peşime düşecekti. Belki de Abidjan’ın bütün sokaklarında beni arıyorlardı. Linç edeceklerdi beni! Er geç beni bulacak ve Lifeguard’ın intikamını alacaklardı. Ya da öyle bir hapse girecektim ki çıktığımda kim olduğumu bile hatırlamayacaktım. Tam bunları düşünüyordum ki taksi birden durdu. Kustuğumdan beri bağırması hiç kesilmemiş olan şoför arabadan indi. Her ne yapacaksa çok sürmeyeceği belliydi. Çünkü kapısını açık bırakmıştı.
“Ne oluyor?” diye bağırdım.
Şoför yanımdaki kapıyı açtı ve bana geceyi gösterdi.
“Siktir git!”
Lifeguard da böyle demişti. O zaman da hareket edememiştim. Ama şoför Lifeguard kadar sabırlı değildi. Kolumdan tutup beni öyle bir çekti ki kendimi yolun ortasında buldum. Yalvarmak istedim şoföre. “Beni burada bırakma!” diye bağırmak istedim. “Öldürecekler beni! Lütfen beni burada bırakma!” Ama tek bir kelime çıkmadı ağzımdan. O kadar korkuyordum ki konuşamıyordum. Belki de o an nefes bile alamıyordum. Tek kurtuluşum o taksiydi.
Ama şoför çoktan direksiyona geçmiş ve kapısını kapatmıştı. Sonunda bir ses çıkabildi ağzımdan. Ama ne dediğimi kimse duymadı. Hatta ağzımdan çıkanı ben bile duyamadım. Çünkü şoförün gaza basmasıyla bir ses patladı kulağımda. Ateş ediliyor sandım. Birileri bana ateş ediyor!
Önce panik içinde etrafıma baktım sonra da koşmaya başladım. Neden bilmiyorum ama taksinin peşinden koşuyordum. Bir patlama sesi daha duydum. Bu defa ses daha uzaktan gelmişti. Ve nereden geldiğini anlayabilmiştim. Taksiden gelmişti o patlama sesi. Tam olarak taksinin egzozuydu o patlamanın kaynağı.
O an durdum. Başka zaman olsa gülerdim. Ama o gece o sokakta hiçbir şey komik değildi. Nefes nefeseydim. Demek ki artık nefes alabiliyordum. Ve hâlâ nefes alabiliyorsam kaçabilirim, diye düşündüm. Ama nereye? Nereye kaçacaktım? İki ucu da karanlık bir sokağın ortasındaydım.
Ellerinde meşaleleriyle onlarca insanın ortaya çıkması an meselesiydi. Eğer biraz daha orada durursam bütün bir şehir gelip beni öldürecekti. Dövülerek öldürülecektim! Tekmelenerek! Ezilerek! Parçalanarak! Lifeguard’a yaptıklarımı onlarca insan bana yapacaktı.
Gözyaşlarım bir türlü dinmiyordu. Ağlamam bir türlü geçmiyordu. Fazla düşünmedim. Aklıma gelen ilk fikre güvendim ve koştum. Karşıma çıkan her sokağa saptım. Ve sonunda o mavi ışığı gördüm. Bir tabelayı aydınlatıyordu. Üzerinde “Blondy Hotel” yazıyordu. Oraya sığınacaktım. O otelde bir odaya girip ölene kadar orada kalacaktım. Blondy Hotel’e girdim.
“Bir oda!” dedim. “Bana hemen bir oda verin!”
Odaya girer girmez kapıyı kilitledim. Kapıyı kilitler kilitlemez arkasına bir sandalye koydum. Ve dev bir yorgunlukla o sandalyeye oturdum. Hemen karşımda bir yatak vardı. O yatağın bittiği yerde de büyük bir pencere. Perdeleri kapalıydı.
Dışarıda neler olduğunu bilmem gerekiyordu. Beni takip eden birilerinin olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Bunun için de o sandalyeden kalkıp, o pencerenin yanına gidip, o perdeyi aralayıp sokağa bakmam gerekiyordu. Ama yapamıyordum. Çok korkuyordum. Sandalyeden bir türlü kalkamadım. Ve bütün gece karşımdaki yatağa baktım. Kendimi o yatakta uyurken hayal ettim.
O gece, ben hayalimde uyudum. O geceden sonra yıllar boyunca da öyle yaptım. Sadece hayallerimde uyudum. Henüz bileğimdeki saati çıkarıp atmamıştım. Evden kaçalı kaç gün olmuştu ki! Kendime Kinyas desem de henüz Kinyas olmamıştım. Ve karanlık odamda, doğum günü hediyem olan saate baktım.
Her ne kadar perdelerden ışık sızmasa da güneş doğmuş olmalıydı. Eğer bütün gece kimse beni öldürmeye gelmediyse belki de bundan sonra kimse gelmeyecekti. Bu ihtimalle kendimi rahatlatmaya çalıştım. Gerçekten de işe yaradı. Artık daha sakin bir şekilde düşünebiliyordum. Ağır ağır da olsa mantığım devreye giriyordu. Aklımı kör eden korku bir buğu gibi silinip gidiyordu. Kendi kendime konuşuyordum. “Kimse peşimden gelmedi. Kaç saattir oturuyorum bu odada! Ama kimse kapıyı kırıp içeri girmedi! Boşuna korkuttun kendini! Boşuna kustun üstüne!”
Gülüyordum artık. Birkaç saat önceki sakarlıklarım gözümün önüne geliyordu. Ve ben daha çok gülüyordum. Bir an için kendimi o kadar iyi hissettim ki bütün gece oturduğum o sandalyeden sonunda kalkabildim. Bacaklarım uyuşmuştu. Odada yürümeye başladım.
“Aptalsın” diyordum kendime.
Pencereye doğru yürüdüm.
“Bak, öldürdün işte bir insanı! Ve hiçbir şey olmadı!” diyordum.
Perdeyi araladım.
“Ne polis gelecek ne de intikam almak isteyen birileri!” diyordum.
Sokaktan geçen çocuklara baktım. Gülüyorlardı. Beni görmüyorlardı ama ben de güldüm. Karşı kaldırımdaki tek katlı ve derme çatma olan küçük binaya baktım. Kapısını göremiyordum. Girişi başka bir tarafta olmalıydı. Tek gördüğüm, sokağa bakan duvarındaki o yuvarlak, küçücük pencereydi. Köhne bir teknenin lombozuna benziyordu. Tam karşımdaydı o pencere.
“Kurtuldun işte!” dedim. “Bitti artık!”
Ve tam o anda küçük pencerede bir adamın yüzü belirdi. Göz göze geldiğimiz anda geri çektim kendimi. Perdeyi kapatıp düşündüm. Hayal mi görmüştüm acaba? O adam bana mı bakıyordu? Perdeyi tekrar araladım ve o küçük pencereye doğru baktım. Gitmişti adam. Güldüm. “Boşuna korkuyorsun!” dedim. Lifeguard “Sakin ol!” derken haklıydı. Gerçekten de sakin olmalıydım.
Hatta başka şeyler de yapmalıydım ama birden donup kaldım. Çünkü pencerede başka bir adamın yüzü belirmişti. Hayır, hayal görmüyordum! Hayal görmemiştim! Adamın biri, önceki gibi sabit biçimde bana bakıyordu. Hiçbir ifade taşımayan o yüzü küçük pencereyi kaplamıştı. Gözünü bile kırpmıyordu adam. Sadece beni izliyordu. Daha fazla dayanamadım. Derhal geri çekilip perdeyi kapattım. Odanın içinde yürümeye başladım.
Gelmişlerdi işte! Bulmuşlardı beni! Polis olmadıkları kesindi. Eğer polis olsalardı çoktan tutuklanmıştım. Keşke polis olsalardı! Bu adamlar beni tutuklamaya değil, paramparça etmeye gelmişlerdi. Kim bilir kimdi bu herifler? Belki Lifeguard’ın akrabaları, belki de kendisi gibi gaspçı arkadaşları! Belli ki takip etmişlerdi beni!
“O kadar aptalsın ki!” dedim kendime. “Yine anlayamadın!” Çünkü çocukken de yaşamıştım ben bunu. Hatırlıyordum!
İkimiz de 14 yaşındaydık. Bir gün Kayra’yla buluşmuş ve akşama kadar konuşa konuşa sokaklarda dolanmıştık. Sonra da vedalaşıp ayrılmıştık. Ama eve dönüş yolunda Kayra birden karşıma çıkmıştı. Oysa evi şehrin diğer ucundaydı.
“Ne işin var burada?” diye sormuştum.
“Canım eve dönmek istemedi” demişti. Sonra da “Vazgeçmedin değil mi?” diye sormuştu.
“Tabii ki vazgeçmedim!” demiştim. “Bir gün mutlaka siktir olup gideceğiz buralardan!”
Benden emin olmak istemişti Kayra. Kendisinden emin olabilmek için. Sonra da şöyle demişti bana: “Bütün bir yol boyunca seni takip ettim ama sen hiçbir şey fark etmedin!”
Ve yine olmuştu işte! Yine fark etmemiştim. Perdeyi aralayıp küçük pencereye doğru baktım. Olabildiğince gizlenmeye çalışıyordum. En azından kaç kişi olduklarını anlamalıydım. Bir plan yapmalıydım! Ve artık biliyordum ki en az üç kişiydiler. Çünkü o pencerede yeni bir surat vardı artık. Bomboş bir ifadeyle bana doğru bakıyordu. “Siktir!” dedim. “Siktir!”
Bütün mermilerimi harcamıştım. Bütün mermilerim Lifeguard’ın kafatasının içindeydi. Elimin altında kendimi savunacak hiçbir şeyim yoktu. Kapana kısılmıştım. Bir karar vermem gerekiyordu. Hem de hemen. Ya otel kapısından çıkıp koşarak uzaklaşacaktım… Ya da odada bekleyip onların saldırmasını bekleyecektim.
Sonra birden aklıma önceki gün Lifeguard’a söylediklerim geldi. Öldür beni, demiştim. Hemen burada öldür beni! Daha fazla düşünmedim. Bileğimdeki saati, belimdeki tabancayı ve cebimdeki pasaportu çıkarıp yatağın üstüne bıraktım. Saat babamın hediyesiydi. Belki bir mucize olur ve birileri o saati babama ulaştırabilirdi. En azından ölmeden önce onu düşündüğümü öğrenmiş olur diye ümit ediyordum. Bir işe yarar mıydı bilmiyorum ama elimden ancak bu kadarı geliyordu.
Kapının önündeki sandalyeyi kenara çektim. Kapıyı açtım. Kısa koridoru geçtim ve otelden çıktım. Hava sıcak değildi. Terlemiyordum. Belki de öleceğini bilmek böyle bir duyguydu. Huzura benzeyen bir duygu. Karşımdaki binanın küçük penceresinde yeni bir adamın yüzü vardı. Demek ki dört kişiydiler. Adam bana bakıyordu. Üzerimde silah olmadığını anlaması için ceplerimin astarlarını dışarı çıkardım. İki elimi havaya kaldırdım.
“Geliyorum” diye seslendim. “Teslim oluyorum.”
Adamın önünde durduğu pencere kapalıydı. Bir yanıt vermediğine göre belki de ne dediğimi duymamıştı. Ama teslim olduğumu anlamış olmalıydı. Ne de olsa ellerim havada ona doğru yürüyordum. Adamın yüzü pencereden uzaklaşıp kayboldu. Artık küçük binanın yanına gelmiştim. Arka tarafa geçtiğimde, biraz önce bana bakan adamın kapıdan çıktığını gördüm.
“Öldürebilirsin beni” dedim.
Birkaç saniyeliğine yüzüme baktı sonra da yürüyüp gitti. Önce adamın ardından, sonra da çıktığı kapıdan içeri baktım. Küçük bina bir tuvaletti. Bir umumi tuvalet. Erkekler tuvaleti. İçeri girdim. Ve tuvaletteki üç pisuardan birinin önünde durdum. Tam önümde o küçük pencere vardı. Tam karşımda da geceyi geçirdiğim odanın penceresi.
Birden odanın perdesi aralandı. İçeride biri vardı. Odama biri girmişti. Perdenin ardına gizlendiği için kim olduğunu göremiyordum. Ama durduğum o pencere önünde, beni gözetlediğini hissedebiliyordum. Döndüğümde oda boştu. Ne saatim ne tabancam ne de pasaportum çalınmıştı. Her kimse otelin mutfak kapısından çıkıp gitmiş olmalıydı.
Kim olduğunu o zamanlar çözememiştim. Ama bunca yıldan sonra galiba artık biliyorum. Hatta onun olduğundan adım kadar eminim.
– Bu öykü Kinyas ve Kayra özel baskısı için kaleme alınmıştır. Hakan Günday ve kitabın çizeri Emre Orhun numaralandırmış kitaplardan her birinin içine, öykünün bir cümlesini el yazısıyla yazmışlardır.