Covid-19 sürecinde yazarlar ne yapıyor? Belki de okurların en çok kafasını kurcalayan sorulardan biri de bu. Tutkunu olduğumuz kalemler bu süreçte evlere kapanıp yeni eserler mi üretiyorlar, farklı projeler mi geliştiriyorlar, yoksa bizler gibi seyirci konumuna geçip olan bitenleri mi takip ediyorlar? “Aile Geleneği”nin yazarı Ece Gamze Atıcı işte bu süreçte bir yazar olarak yaşadıklarını, aklından geçenleri okumakiyigelir okuyucuları için kaleme aldı…
“Hayatınızı değiştirmek için gelen şeyler başta kendilerini oldukları gibi göstermezler. Felaketler ve kayıpların ardına saklanırlar. Aniden ortaya çıkarlar. Ve görünürdeki tek dertleri sizi alt etmektir.” Dünya Sağlık Örgütü korona virüsü salgınını pandemi ilan ettiği saatlerde ben bir radyoda canlı yayında bu satırları okuyordum. Son çıkan kitabım için orada bulunuyordum. Edebiyattan, dünyanın hem ne kadar korkunç hem de olağan üstü olduğundan bahsediyor ve hayatta kalmak için birbirimize kolonya ikram ediyorduk. Sonra sırayla birimiz diğerini uyarıyordu: “Aman ellerini yüzüne sürme!” Bundan… aşağı yukarı 45 gün önce.
Meslek icabı hayatının yarısını kapalı geçiren ve dışarı çıkma algısı çoğunlukla balkonda başlayıp balkonda biten biri olarak kapalı kalma fikri beni en son endişelendiren şeydi. Fakat bu durumu, yapamadığım işlerimi tamamlanmak ya da kendimi “geliştiremediğim” konularda yeterli kılmak için geçirebileceğim bir zaman olarak da göremedim. Küçük de olsa bir kıyamet yaşanıyordu neticede. “Küçük” demem 21. yüzyılın insanı daha ölümsüz kılmasına dair bir espri tabii. Dikkatimi toplayıp bir şey okumayı becerebilirsem eğer, yeniden “Tembellik Hakkı”nı okumaya niyetliyim. Fırsatı olana da tavsiye ederim.
Dünya ne zaman normale dönecek? Ne zaman iyileşeceğiz? Kabul etsek de etmesek de hepimiz biliyoruz aslında. Yanlış hayat doğru yaşanmaz. Salgından önceki dünyamıza neon harflerle yazabilirdik bunu. Adorno’nun bu sözünü haklı çıkarmak için yaşadık onca günü desek yeri yani.
Başımıza gelen şeyin ne olduğunu tam olarak anlamak için zamana ihtiyacımız var. Yani salgın sona erecek, biz yeni bir normal inşa etmiş olacağız ve dönüp bakacağız elimizde ne var diye. Bugün konuştuklarımızla o günün gerçeğini karşılaştıracağız ve daha net göreceğiz: doğanın bizden intikamı mı ya da insanın insana zulmü mü bu? Belki her ikisi de.
Ben bütün bu olup biteni dünyada kurulan hayatın fazlasıyla erkeksi olmasına bağlıyorum. Fakat “fazla” derken “çok fazladan” bahsediyorum, zehirli düzeyde “fazla.” Ve bunu derken insanı “kadın” ve “erkek” diye ayırarak söylemiyorum. Kast ettiğim hepimizin içinde bulunan kadınsı ve erkeksi taraf. Yoksa nice kadınlar sevdim aslında hiç tanımak istemeyeceğim kadar erkeksi çıktılar.
Zehirli olan ile kast ettiğim gözünü hırs bürümüş, rekabetçi, kendi yaşam hakkını herkesinkinden üstün ve ayrıcalıklı gören bir erkeklik hali. Uydurulmuş, içi boş bir güç iddiasından ibaret ve aslında en kırılgan yanımız yani. Böylesine katı bir varoluşun gerçek karşısında ne kadar güçlü olması beklenir ki? Her zorbanın içinde hiçbir zaman kazanamayacağını kabul edemeyen bir zavallı olduğunu hepimiz biliyoruz aslında.
Erkekliğin fazlası kaybetmeyi kaldıramaz. Dışlar. Tıpkı terk edilmeyi dışladığı gibi. Ya da ölümü. O yüzden hayatı kurarken ölümü dışlar. Bugün yıkılan bir şey varsa eğer umuyorum bu, yenilmezlik fikridir.
Peki, nedir bu erkekliğin zehirli olmayan hali? Ya da kadınsı yanımız ne işe yarar şimdi? Varlığa olduğu kadar yokluğa, yaşama olduğu kadar ölüme yer açar belki. Salgından önce de ölümlüydük, sonra da olacağız çünkü. Dünyanın annemizin gezegeni olmadığına da ikna olmamızın zamanı gibi. Şimdi biz insan türü, hayatta kalmak için daha az var olarak yaşıyoruz. Ninja gibi ensemizde dolaşan bir virüsün radarına yakalanmamak için daha az yer kaplıyor, küçülüyor, gizleniyoruz. Ama yunuslar Haliç’te. Ve belki de şu anda Galler’de bir yerde bir grup keçi bir çocuk parkında oynuyor. Yarın yokmuş gibi değil de karnımızı doyuracak kadar yiyebiliriz. Kâfi ne güzel kelime, değil mi?
Doğru soru cevabın yarısı eder. Yani bence. Salgından sonraki dünya nasıl olacak? Zalim mi, yoksa daha merhametli mi? Buna bir cevabım yok, ama başka bir şey biliyorum. Dünya biz olsak da çok güzel, olmasak da… Daha güzel bir dünya bize lazım yani. Hakikat burada duruyor şimdi, önümüzde. İyisi, kötüsü, çirkini, güzeli iç içe. Yine herkes bir parça gerçek seçecek içinden kendine göre. Yalnızız. Ama eskisinden daha az yalnızız belki. Hayalim de bu yönde olduğundan bunu umuyorum. Umuda ihtiyacım olduğundan değil. Çünkü hayat büyüktür umut. Yani hayat varsa her şey var.
Bugün bu satırları yazarken aklıma yeni bir soru geldi. Ve şimdiye kadar düşündüğüm her şeyden çok daha fazla heyecanlandırdı beni. Ama onu anlatmak için nasıl bir duyguda olduğumu söylemem gerek önce. Şöyle: Yaşadığım ev yıkılmak üzere olduğu için taşınmak zorunda kalmışım. Ev de sevdiğim herkesle beraber yaşadığım binanın içinde. Çok fazla vakit yok. Sadece gerçekten önemli olan birkaç eşyayı alıp çıkmak gerekiyor. Kalbim bir an sakin, sonra birden göğüs kafesimden çıkacak gibi atmaya başlıyor. Çünkü heyecan, endişe, yaşam sevinci, ölüm korkusu ve sevdiklerimi kaybetme… Hepsini birden hissediyorum peş peşe. O yüzden yorgunum. Nereye gideceğimi bilmiyorum, ama seçme şansım var. Neyi alır, neyi bırakırım yerine?
Bu sahnenin sonunda korku ve endişe kalbimden uzaklaştığında heyecan kalıyor geriye. Esas soru da o zaman gösteriyor kendini: Ben nasıl bir dünya istiyorum? diye. Kalbim beni yormadan hızlanıyor bu sefer. Daha vakit var. Dünya da kalacak biz de. Belki bu soru da neon harflerle yazılır günün birinde.
Çünkü Hayat Var
Ece Gamze Atıcı – 30.04.2020