‘Mazarin Mavisi’nde 1986’da Küçük Bayrak Sokağı’nın sakinleri olan lubunyalar arasında, 1970’lerde Trakya’da bir kasabada ve günümüzün İstanbul’unda bulacaksınız kendinizi. Handan, Tuna ve Nurten’in hikâyesini birleştirmeye hazır olun… (Kaynak: Hürriyet Kitap & Sanat / Bahar Çuhadar)
Küçük Bayram Sokağı’ndayız. Beyoğlu’nda. Akşam çöktü mü; lubunyaların parlak makyajları, perukları, gösterişli kıyafetleriyle, cıvıl cıvıl sesleri, birbirlerine yarı şaka yarı ciddi sataşmalarıyla doldurdukları sokaklarında. Her sınıftan ve yaştan erkek dolduracak sokağı az sonra… 1986’nın son günleri… Fonda, sokağın gediklilerinden seyyar kasetçiden yükselen şarkılar; Bülent Ersoy’lar, Neşe Karaböcek’ler…
Cem Kalender’in yeni romanı ‘Mazarin Mavisi’ okuru ilk andan capcanlı bir anlatımla Küçük Bayram Sokağı’na ışınlıyor. İnsan kendisini, hiç de yadırgamadan bir anda Afet’in, Manolya’nın, Handan’ın, Metin’in kendilerini en rahat, en mutlu hissettikleri dünyalarında buluyor… Ama burası her zaman o kadar da cıvıl cıvıl değil elbette. Romanın daha en başında bir baskına, seks işçiliği yaparak hayatlarını kazanan lubunyaların polisten gördüğü şiddete ve ayrımcılığa tanık oluyoruz. Romanın ana karakteri Handan’ın izini sürmeye de böylece başlıyoruz. Handan henüz 20’lerinin başında, genç bir assolist adayı. Bir trans olarak önünde zorlu bir yol var ama hayaline erişmeye çok az kalmış: O gece Kulüp 12’nin sahibine sesini dinletecek ve belki de sahneye çıkmaya başlayacak… Ama o akşam işler yolunda gitmeyecek: Arkadaşını almak üzere uğradığı Küçük Bayram Sokak’taki polis baskınına dek gelip, kendisini önce ekip arabasında, ardından Sansaryan Han’da, en sonunda da Tenasül Hastalıkları Hastanesi’nde bulmasıyla 1987’ye assolist olarak girme hayalleri de sönecek…
Roman bize dönemin lubunya dünyasının canlı bir tasvirini (mekân tarifleri, kurmaca karakterleri, o karakterlerin gündelik rutinleri ve lubunca dilini anlatıya çok doğal bir şekilde dahil edişiyle) yaparken bir yandan da Handan’ın hikâyesini sermeye başlıyor önümüze. Birinci bölüm boyunca Handan’ı ve baskın gecesi tanıştığı gey arkadaşı Metin’i takip ederken ikinci bölümle birlikte bir taşra kasabasına, çocuk Tuna’nın dünyasına götürüyor bizi yazar. Ve burada, Kalender okuyucusuna bir tür minik ters köşe yapıyor: Bir trans çocuğun hikâyesini, ailesiyle ilişkisini ve ailesinden, kasabasından kopup ‘özgürleşmesini’ trans hikâyelerinde pek de alışık olmadığımız bir yaklaşımla aktarıyor. Doğaya ve içine dönük Tuna’nın kendini keşfedişini, üzerine titrediği cins cins kelebeğin başkalaşım sürecini açık bir metafor olarak kullanarak anlatıyor. Ki romana adını veren de bu kelebeklerden biri zaten… Toprak sahibi zengin bir adamın, dört kızdan sonra dünyaya gelen tek oğlu Tuna’nın ‘büyüme’ ve ailesinden kopma sürecini (tekrar etmekte fayda var; içinde fiziksel şiddet, taciz, yoğun baskı gibi ilk akla gelen detaylar yerine, ilişkiler üzerinden tarif edilmiş bir süreç bu) takip ediyoruz bu bölümde… (Devamı Hürriyet Kitap & Sanat‘ta)