Kalbimde Çivilerle Uyumuş Gibiyim ile edebiyat dünyasına iddialı bir giriş yapan genç yazar Anıl Can Uğuz, okumakiyigelir okuyucuları için yeni bir deneme kaleme aldı…
Y’azı Dişi
İçinde çok az okuryazar olan bir köye giden dil bilim araştırmacaları, yazının ve matbaanın insanın düşünce sistemine nasıl sinsi bir örümcek gibi girdiğini, bence çok ilginç ve eğlenceli olan deneylerle fark ettiler. Yazı ve matbaanın nasıl bir örümcek haline gelip beynimizi sardığını anlamadan önce okuryazar olmayan insanlar üzerinde yapılmış şu testlere bir göz atalım isterseniz:
Okuryazar olmayan bu insanlara sorulan ilk soru gayet basitti. Önlerinde bir balta, bir çekiç, bir testere ve bir odun parçası vardı ve bunları biri dışarıda kalacak şekilde gruplandırmaları isteniyordu. Ne kadar basit değil mi? Cevap, odun dışarıda kalır; balta, çekiç ve testere aynı gruptadır. Çünkü balta, testere ve çekiç birer aletken; odun bir alet değil eşyadır. Ama işler araştırmacaların istediği gibi gitmedi. Köylüler, bu nesneleri gruplandırmayı reddettiler. Neden gruplara ayırmamızı istiyorsunuz, ne gerek var ki diye cevap verdiler ve bunda direttiler. Eşyaların hiçbirini dışlamadılar. Çok az okuryazar olan biri ise, baltayı dışarıda bırakacağını, çünkü odunu kesmek için testerenin yeterli olduğunu söyledi. Çok ilginç değil mi? Devam edelim:
İkinci soru şöyleydi: Kuzeyde ve buzla kaplı olan yerlerde ayılar beyazdır, Antartika kuzeyde ve buzla kaplı bir yerdir, öyleyse Antartika’daki ayılar ne renktir? İçinizden bu ne biçim soru böyle diyebilirsiniz. Cevabı çok açık ve kesin olmak üzere “beyaz” olan bu soruyu okuryazar olmayan bu gruptakiler, “Ben ne bileyim?” diyerek cevapladılar. Ben sadece kahverengi ayı gördüm, dedi bazısı, bazısı bana ne ne renkse ne renktir… Çok az okuryazar olan biri ise, “Sizin dediklerinize bakılırsa, orada ayılar beyaz.” diyerek cevap verdi. Bir öncekinden daha ilginç bir örnek. Devam edelim:
Üçüncü olarak bu gruba “Kendinizi nasıl tanımlarsınız?” diye sordular. İlki, “Falanca yerden geldim, iki kızım var, koyun bakıyorum.” dedi. Peki dediler güzel, ama tam bu değil, bazı insan sinirlidir, bazı insan cimridir, bazısı yardımseverdir. Sen nasıl bir insansın? “Ben bilmem, beni arkadaşlarıma sorun onlar anlatsın.” dedi okuryazar olmayan bu “saf” insan. Gruptakilerin hiçbiri kendini tanımlayamadı. Neden biliyor musunuz?
Çünkü sözlü kültür insanı tanımlarla uğraşmaz. Buna ihtiyacı yoktur. O, o an içinde bulunduğu gerçek dünyayı yaşar ve soyut düşünmeye gerek duymaz. Neden duysun ki? Kutuptaki ayıların ne renk olduğunun onun için herhangi bir önemi yoktur ve o ayıyı görmeden, onun beyaz olduğuna inanmayacaktır. Kendini sadece gerçek ve somut olgularla tanımlar. Hatta onu bile zor yapar; çünkü soyut düşünemez. Soyut düşünmek yazıyla birlikte insan hayatına giren bir durumdur. Size “maalesef” kelimesini düşünün dersem, beyniniz, siz fark etmeden öncelikle kelimenin yazılışını gözünüzün önüne getirecektir. Siz “ağaç” yazdığınızda yazdığınız kelime, ağaçtan ayrı bir nesne olarak kendine mekanda yer edinir. Sözlü kültür insanı ağaç der ve o ses havada yok olup gider. Daha Ç harfini söylemeden A harfi yok olup gitmiştir. O yüzden yazıyla bir bağı olmayan toplumlarda, bilgi sadece insan hafızasındadır. O yüzden bilgiyi sürekli tekrar etmek gerekir. Bu da büyük bir enerji yatırımı demektir ve bu yüzden insan başka bir şey düşünemez. Bu da onun başka yönlere eğilmesinin önüne geçer. O yüzden insanlık tarihindeki en büyük sıçrayışlar yazıdan sonra olmuştur. Yunanlılar yazıyı alfabeye geçiren ilk toplum oldukları için, Antik Yunan’ın bilgi birikimi hala günümüze ışık tutmaktadır.
Okuryazar olmayanlara sorulan sorular, yazılı kültürün sınav sorularıdır. Sözlü kültür bu sorularla ilgilenmez.
Bu fark algılanamadığı için eski insanlar hep kaba saba tasvir edildiler. Oysa onlar bizden çok farklı düşünüyorlardı. Çok az okuryazar olan bir insanın bile okuryazar olmayanlardan ne kadar farklı olduğunu yukarıdaki üç soruya verilen cevaplarda gördük. Biz yazıyı bulduk, matbaayı bulup yazıyı mekana hapsettik, o insanlardan ne kadar farklı olduğumuzu tahayyül edin. Düşünce sistemlerimiz taban tabana zıt.
Yazı olmasaydı maalesef şu an bunları okuyamıyor olacaktınız. Bir önceki cümlede geçen “maalesef” kelimesini düşünemeyecektiniz. Bu, insana çok uzak ve imkansız gibi geliyor. Yazının getirdiği alışkanlıklardan kurtulmak mümkün değil. Bence kurtulmayalım da zaten. Neden mi? Allah aşkına söyleyin, siz sevgili okuryazar dostlarım! Şu dünyada yazıdan ve yazmaktan daha güzel ne olabilir ki?
28.05.2020
Anıl Can Uğuz
Anıl Can Uğuz Hakkında:
6 Mayıs 1993 tarihinde İzmir’de dünyada geldi. Üniversiteye giriş sınavlarında Türkiye 264.sü oldu. Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği’nden mezun oldu. Beş yıldır kısa film yazmakta ve çekmektedir. Ayrıca Varlık, Yasakmeyve, Şiirden, Lacivert, Şiiri Özlüyorum, Gard gibi ulusal dergilerde şiirleri yayımlandı. İncire Ağıt isimli şiir dosyası Ali Rıza Erten ve Arkadaş Zekai Özger şiir yarışmasında başarı ödülüne layık görüldü. Portakal Çiçeği Edebiyat Ödülleri, Ali Rıza Erten Şiir Ödülü, Mihri Hatun Şiir Yarışması, Her Hastalık Bir Hikayedir Öykü Ödülü, Mübadele Öyküleri Yarışması, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Farkında Mısınız Kısa Film Yarışması, Yeditepe Üniversitesi Yaratıcı Öykü ve Şiir Yarışması, Almanya Büyükelçiliği Sığınmacı Konulu Kısa Film Yarışması, Marmaris Kısa Film Festivali, Antakya Film Festivali, Altkitap öykü ödülü, TDK Dilimiz Kimliğimizdir Kısa Film Yarışması, Çalışma Bakanlığı Sosyal Diyalog Kısa Film Yarışması gibi organizasyonlarda dereceler elde etti. Şiirleri İngilizce ve Norveççeye çevrildi. “Kalbimde Çivilerle Uyumuş Gibiyim “adlı ilk romanı Dex yayınlarından yayımlandı.